29 Ekim 2011 Cumartesi

Bir Narsistin Hayat-ı Devriyyesi

Aynada Aslan Gördüğünü Düşündüren Kedi Tasviri
Hikâye
Tamir ettiği bir botun, boyadığı bir ayakkabının mükemmel olması için büyük çaba gösteriyordu. Bir günün akşamı onardığı botları karşısına dizdi ve kendi eserine hayran hayran baktı. Böyle mükemmel bir sanatçının her şeyi mükemmel olmalı dedi. Yaptığı sakarlıkları, kırdığı potları kendisine yakıştıramadı. Düşündükçe her bir sözünde yanlış anlaşılabilecek bir kelime ve her bir hareketinde insanı kırabilecek bir mana olduğunu farketti. Mükemmel kalmak uğruna önce konuşmamaya, sonra iyice gözden ırak kalmaya başladı.

Gözden ırak olunca gönülden de ırak oldu. Aslında insanların sevgisini ve takdirini kaybetmemek için ortalıktan kaybolmuştu. Bu duruma iyice canı sıkıldı. Ölsem de kurtulsam dedi ama ölümü temenni etmeyi de kendisine yakıştıramadı. Hatasız olmaya çalışmak tam bir çelişkiydi. Bu batıl inadından bir an önce kurtulmalıydı. Mükemmel olmayan davranışlarla bu inadı kırmanın mükemmel bir planını yaptı. Mesela bundan sonra bilerek telâffuz hataları yapacak, anlamsız kelimeleri dağarcığına katacaktı. İnsanlar kendisini hatalarıyla kabul etmiyorsa, hele hele yanlışlarını düzeltmek yerine sırtlarını dönüp terkediyorlarsa suç onlarındı. Böyle mükemmel bir muhakeme ile aslında bütün suçun başkalarına ait olduğunu da ispat etti. Mükemmel birisi olarak çevresindeki küçük insanlarla beraber takılmayı kendisini yakıştıramadı. Önce konuşmamaya, sonra iyice gözden ırak olmaya başladı.

Gözden ırak olduğu sürede hakkında çıkan dedikodular onun da kulağına gitti. Bu duruma seyirci kalamadı ve söylentileri uyduranları aramaya çıktı. Birkaç kişiyle münakaşaya girişti. Besbelli işte, kendisine pot kırdıran çevresiydi. Arkasından dedikodu uydurmasalardı kimseyle münakaşaya da girişmez kavgaya da tutuşmazdı. Kavga ederek küçülmek ona tersti ama konuştukça da söz dönüp dolaşıp arkasından laf uyduranlara geliyor ve yeni bir kavganın fitili ateşleniyordu. Önce konuşmamaya, sonra iyice gözden ırak olmaya başladı.

Hayat ne zamana kadar böyle sürecekti. Mükemmellik adına iş yapamıyor aç kalıyordu. Konuşmasa hiç pot kırmadan yaşayabilirdi ama sakarlıkları ortadan kaldırmak zor görünüyordu. Sonunda çevresini de kontrol etmesine imkân veren devrim niteliğinde bir formül buldu. Evet, bir kaza değil kendisiydi çaydanlığı müşterinin üzerine deviren ama çaydanlığı devirmek bir misafir karşılama şekliydi. Asıl kabalık bu inceliği anlayamayıp yakasına yapışanın yaptığıydı. Sevinçle işinin başına döndü. Canla başla çalışıyor ve botları en mükemmel şekilde tamir ediyordu. Ama ne sakarlıklar eksik oluyordu ne de gaflar. Sakarlık değildi aslında, kasıtlı yapılan birer iyi niyet nişanesiydi hepsi. Ama insanlar bunu bir türlü anlamıyordu. Hatta kendisinin dünyayı idare ettiğini düşündüğüne dair söylentiler de uyduruyorlardı. Aslında böyle söylentiler çıkmasını da kendisi istemişti. Hatta insanlar tarafından anlaşılmamak da yadırganmak da kendisinin bir planıydı. Aslında mükemmeliyetçilikten kurtulmayı da başarısız olmayı da isteyen kendisiydi. Yok artık, bu kadar saçmalık fazla dedi. Önce konuşmamaya, sonra iyice gözden ırak olmaya başladı.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Son Tarla Faresi

Tarla Faresi
Hikâye
Şehrin merkezine yakın bir yerde dört beş yıllık iki katlı müstakil bir ev. Evin arkasında bir salondan genişçe bir bahçe ve bahçede yazın son ürünlerini veren domates ve biber fideleri. Kenarda komşunun arsasını ayıran tel örgüye bitişik tahtadan yapılmış küçük bir kümes. Vakit öğleden sonra saat iki veya üç gibi kümeste bir hareketlenme. Avni’nin gelişini fark etmiştir tavuklar. Kapı açılır açılmaz kümesten ilk fırlayan tavuk olmak için üç tanesi kapının açılma hizasında bekliyor en uygun yeri arıyor. Bir tanesi onların arkasında, araya bir yere sıkışamamış. Kapı açılır açılmaz diğerlerinin üstünden atlayıp en öne geçmeyi planlıyor. Son bir tanesi ise hem siyah rengiyle hem de ağırbaşlı tavrıyla bu sarı tavukların gerisinde sadece bekliyor.

Nihayet Avni kümes kapısını açtı ve tavuklar sabahtan beri özlemini çektikleri toprak ve çimenlerine kavuştu. Avni eğilmiş, kümes kapısının önünde kümesin içine göz gezdiriyor. Kapının hemen sağında sağ duvara bitişik yumurta sandığı, biraz yukarıda duvara asılı kırmızı bir tül, karşıda ancak dört tavuğun sığabileceği kadar geniş tüneme yeri, sol kenar boyunca tel örgü pencere ve altında yemlik, kapının hemen solunda ise yarım kiloluk bir yoğurt kapında hayvanların içme suyu. Sandıktaki yumurtayı almalı, yemliğe buğday koymalı, suyu tazelemeli dedi Avni. Hayvan kısmı kümeste eşinip yine her yeri kirletmiş. Yeni buğday koymadan önce yemlikte birikmiş çerçöpü boşaltmak için ters çevirdi Avni. Yemliğin altında kanal gibi açılmış o çukur hâlâ yerinde duruyordu.

İlk defa ne zaman fark ettiğini hatırlamadığı bu çukura yine bir anlam verememişti. Yaptığı tahminler bir bir yanlış çıkıyordu. Toprak çöküntüsüdür, böcektir derken dün içine doldurduğu kelem saplarından bugün bir eser kalmadığını görünce iyice afalladı. Belki evdekiler temizlemiştir diye bıraktı öyle ve yemliği yerine koydu. Çeşmeden taze su getirip suyu tazeledi ve sandıktan yumurtayı aldı. Tavuklar yine içinde yumurtladığı sandığın kenar tahtasının üstünde tüneyip sandığa pislemiş. Hayvan kısmı akıl edemiyor olduğundan mı yoksa tüneyecek başka bir yer bulamadığından mı böyle davranıyor? Bu muammayı çözmek için tavuklara yeni bir tüneme yeri daha yapayım dedi Avni.

Hâlihazırdaki tüneme yerinden yumurta sandığına kadar kümesin sağ kenarı boyunca uzanacak bir tüneğin planını yaptı kafasında ve gerekli malzemeleri hazırladı. Tüneğin omurgasını oluşturacak çivi çakılabilir bir tahta, bir ucu önceki tüneğe binecek bu tahtanın diğer ucunun yaslanacağı bir kazık, evin eteklerini onarmak için çaktığı kalıplardan kalan paslı çiviler ve avucuna tam uyan bir kalker taşı. Önce kazığı toprağa çakacaktı sonra omurgayı da bu kazığa. Yarısını kapladığı bu daracık kümeste Avni çalışırken bazı tavuklar meraklı maymun gibi içeri giriyor ve taşın çıkardığı sesten ürküp çıkacak yer arıyorlardı. Taşın çıkardığı ses toprak üstündekileri böyle rahatsız ediyordu da ya toprak altındakini?

Olmuyor, eli yanaşmıyordu kazığı sandığın dibine çakarken. Sol eliyle sandığın ensiz kenarından tuttu ve taşı henüz bırakmadan da sağ elinin başparmağıyla uzun kenardan kavradı.  Nefesini tutup sandığı kaldırırken dengesini kaybetmemek için de ağırlığını arkaya veriyordu. Bir hamlede bir kulaç kenara, kapının tam orta hizasına, koydu. Sonra başını çakmaya çalıştığı kazığa çevirirken sandığın yerinde hiç ummadığı bir görüntüyle karşılaştı. Bir an duraksadı ve hayallerini dağıtıp olayı anlamaya çalıştı.

Kümesin herhangi bir yeri gibi düz toprak bir zemin değildi sandığın altı. Başka bir dünya başka bir habitat gizliydi. Meğer kümes altıncı bir hayvanı daha barındırıyormuş. Kopardığı üzüm salkımını birbirine kavuşturduğu iki avucuna yerleştirip salkımın ne kadar büyük olduğunu göstermeye çalışan mutlu bir çiftçinin bu iki avucuna ancak sığabilecek büyüklükte bir hayvandı o. Kafasını kümes duvarının altına sokmuş, gövdesi meydanda kaçmaya hazır bir vaziyette bekliyor.

Hayır, aklının ucundan bile geçmemişti Avni’nin böyle bir manzarayla karşılaşacağı. Elindeki taşı belki üşendiği için bırakmamıştı sandığı çekerken. Hatta unutmuş gitmiş, hayvanı izliyordu. Açık kahverengi ile siyah arasındaki tonlarda kısa tüylerle kaplı bu iri gövde saniyede birkaç defa nefes alarak sanki hayata tutunmaya çalışıyordu. Yoksa korkmuş muydu? Yakalanabilir miydi? Elle tutulsa? Dokunmak mı? Bir taş? Ama kuyruğu görünmüyor? Ya yırtarsa? Öldürsem? Öldürmek mi? Bu canlı cisim kendini bir adım geriye çekip kafasını meydana çıkardı ve beni öldürecek misin dercesine Avni’ye baktı.

Sonbahar mevsimi, Ekim ayının başı. Havalar soğuyor, etrafta kış hazırlığı. Çulsuz tavuklar yeni tüy çıkarıyor. Çiçekler baharda görüşmek üzere dercesine tohumlarını toprağa bırakıyor. Karnında stok yapmış bir hayvan kışı geçirecek bir yer arıyor. Toprak olacak ama hem çökmeyecek hem ıslanmayacak. Şehirde böyle bir yer bulmak ne mümkün. Her yer ya asfalt ya beton, nadiren üstü açık bahçe bostan. Ve sonunda toprak üstüne inşa edilmiş bir kümes. Gidip keşfetmeli.

Tavukların gagalarıyla eşelerken yemlik ile duvar arasına kaçırdıkları kupkuru buğdaylar bir yandan topraktaki nemi çektikçe şişiyor ve sonunda patlayıp filizlenmeye başlıyor, diğer yandan bu nemlenme ile buğdayın kokusu toprağa yayılıyordu. Kümesin yanına vardığında onun da burnuna geldi bu koku. Kokunun en yoğun olduğu yerde kümesin duvarının dibini oydu ve içeri girdi. Yemliğin altında büyük bir ustalıkla kanal açarak ilerlerken yukarıdan toprakla beraber dökülen buğday tanelerini bulup midesine indirdi. Uzun ama altına yuva yapılamayacak kadar da dar olan bu yemliğin sonuna varınca duvarın altını başka bir yerden oyarak dışarı çıktı.

Keşif bitmemişti. Kümesin etrafında birkaç tur attıktan sonra uygun gördüğü bir noktadan tekrar kümesin altına doğru kazdı. Bu sefer komşunun arsasından tel örgünün altından sık otların dibinden içeri girdi. Dört ayak üstüne düşmüştü. Toprağın sıcaklığından üstünde yüksekçe bir cismin olduğunu anladı. Bu şey her ne ise altına yuva yapılabilecek kadar genişti de. Buranın güvenli bir yer olduğuna emin olmak için birkaç gün kümesin etrafını kolaçan etti. Yemliğin altına açtığı kanalda kelem sapları bulmasının dışında her şey normaldi. Kışı geçirmek için daha uygun bir yer olamazdı.

Sandığın altına önce geniş bir salon, sonra en iç tarafa otları taşıyıp kendine bir yatak hazırladı. Yarısı bitmişti, yarısını da dinlendikten sonra yapacaktı. Bir gürültüyle uyandı. Yattığı yer sallanıyor, tavandan tozlar dökülüyordu. Hemen fırlayıp dışarı kaçmaya yeltendi. Duvarın altından başını çıkarınca durdu. Kaçmalı mıydı? Bu yuva? Başka yer var mı? Bulunur. Vakit var mı? Yağmurlar geliyor. Burası çok mu güvenli? Gürültü kesildi. Rüzgâr mı esiyor? Ne alakası var? Arkadan ışık geliyor sanki. Nasıl olabilir? Geri dönüp bakmalı mı? Kaçıp gitmek. Bu yuva? Bir adım geri gelip kafasını duvarın altından çıkardı. Tavan nerde? Sen… Beni öldürecek misin?

Masumane bir bakışla Avni’ye bakan bu hayvan sanki bir cevap bekliyordu. Avni elindeki taşı ona atmayı düşündü. Bu taş öldürmez ancak süründürür diye vazgeçti. Hemen kazığı söküp karnını sıkıştırmayı ve kümesin dışında alıp o anda bulacağı değişik aletlerle öldürmeyi düşündü. Hayvan büyüktü. Öldürmek için sopayla vurmak, taşla ezmek gerekecekti defalarca. Bir hamleyle ölmeyecek, her hal û kârda can çekişecekti. Acıdı. Ne sinek gibi ucuz ne lağım faresi gibi çirkindi. Simsiyah gözleri olan bu canlıyı öldürmek zorunda mıydı? Işığı alan tarla faresi “ama” demeye fırsat bırakmadan kümes duvarının altından kaçıp gitti.

Akşam vakti, yemek sofrası. Avni, anne ve babasıyla beraber. Avni kümeste altıncı bir hayvanları olduğu haberini verdi. Fare gibi bir şey sandığın altına yerleşmiş, yemliğin altını da o kazıyor olmalı dedi. Annesi bir telaşla ars olmasın dedi. Değildi. Şöyle iki avuca sığacak büyüklükte tombalak bir şey. Sansardır belki dedi babası. Annesi kümesteki kırmızı tülü ars gelmesin diye bağladığını söyledi. Avni güldü, annesinin tavuklara süs olsun diye taktığını düşünmüştü hep. Kuyruğu tüylü müydü? Kuyruğunu görmedi Avni ama onun ars veya sansar olmadığına emindi.

Bir zaman yirmi civarında yumurta civcivi almışlardı. Birkaç ayda büyüyüp kanatlanan bu civcivler kutuya ve kümese sığmayınca köye götürülmüştü. Ancak köyde yerleştikleri yeni kümeslerinde ilk gecelerini geçiremeden buharlaşmışlardı. İki yıl sonra köyde ahşap bir inek damını yıkarken kütüklerin arasından çıkmıştı bu buharlaşan civcivlerin bacakları. Tüylerinden hâlâ eser yok. Ars denilen hayvan böyle korkulu rüyaydı. Kimine göre zifiri karanlıkta gözlerinden çıkan ışık tavuğu bayıltır, kimine göre arsın giremediği kümes olmazdı. Arsın kırmızı tüle gelmemesi bir söylenti bile olsa dikkate alınmaya değerdi.

Sabah vakti Avni’nin babası kümese bakmaya gitti. O şeyi ben de gördüm dedi ama dışarı çıkmaya çalışan tavuklarla uğraşırken ne olduğunu seçemedim. Tekrar gelip yerleşmesin diye sandığın altına taş koydum ama sandık tam oturmadı dedi. Avni de oturduğu yerde oturamadı. Tam oturmayan sandığın altındaki şeyi tavuklar görür de korkar diye kendisi taş döşemeye gitti. Bütün çukuru avucu büyüklüğündeki taşlarla örttü ama hayvanın kuş yuvası gibi duran yatağını bozmaya kıyamayıp bıraktı.

Kaç gün geçti. Tavanının uçup durmasına, yuvasının taş doldurulmasına rağmen hayvan yine geliyordu. Evdekiler zehirli buğday vermekte ısrarlıydılar. Hayvanın ne yapacağı ne zarar vereceği belli olmazdı. Tarla faresi bağa bostana düşmandı ama bu kış kümeste dursa. Kalmakta ısrar ettiğine göre gidecek bir yeri olmamalı. Yufka yürekliliği tuttu Avni’nin ama annesinin köyden getirdiği zehirli buğdayları yuvasına koymaya razı oldu. Avni buğdayı koydu ama mahallede de bunun lafı oldu. Söylentilere göre böyle şeyler zehirli buğday ile ölmezmiş. Doğru gibi. Hayvan buğdayları yemiş ama iki gündür hâlâ gelip gidiyor.

Havalar soğudu, yağmurlar yağmaya başladı. Avni’nin içi buruk, ne yapsak şu hayvanı diyor. Dursa bir dert, fare kapanı kursan da öldürsen bir dert, kuvvetli bir zehirle öldürsen başka bir dert. Yağmur biraz dinince tavukları bahçeye salmaya gitti. Bugün gezmemişlerdi. Tarla faresini de yakalayıp öldürmeden uzaklara götürmenin planlarını yapıyordu. Kümes kapısı açılır açılmaz tavukların on metre engelli yarışı başladı her günkü gibi. Yağmur çamur demeden ölüp giden toprakta hayat dolu bir şeyler arıyorlardı.

Yaptığı bir planı test etmek isteyen Avni eline aldığı bir tahtayı yumurta sandığı ile duvarın arasına farenin kaçıp durduğu yere indirdi. Dışarı kaçması önlenirse içerde yakalaması kolay olacaktı. Yavaşça sandığı kaldırdı. Ama ne ses soluk ne de bir kıpırdanma var. Bugün gelmedi mi yoksa? Gelmiş, ama… Kafasını yatağına sokuşturmuş, gövdesi de itip kendine yol açtığı taşların arasında. Üstünde yorgan gibi duran birkaç seyrek ot. Kıpırdamıyor. Ölmüş müydü yoksa uyuyor muydu? Dürtmekten çekindi Avni, uyuyorsa uyandırmayayım dedi. Hem ölse kokardı hem yavaş yavaş da olsa gövdesi inip şişiyor, nefes alıyor gibi. Gerçekten nefes mi alıyor yoksa Avni’ye mi öyle geliyor? Bir de kendi nefesini tutup kıpırdamadan bakmaya çalıştı. Bir türlü karar veremedi daha dün kaçıp giden şu cisim nefes alıyor mu almıyor mu?

14 Ekim 2011 Cuma

Gaye-i Maarif-i Fen-u Riyaziye 4

Matematiğin Aydınlık Dünyası, 25. Baskı
Matematikle uğraşan herkesin kendine göre bir uğraşma sebebi vardır. Okulu geçmek için uğraşanları da iş olduğu için uğraşanları da anlıyorum ama karnı zaten tok olan birinin neden boş vaktini matematikle uğraşarak geçirdiği kafamı kurcalıyordu. Zamanında ödev olarak incelemiş bulunduğum “Matematiğin Aydınlık Dünyası” kitabı beni iyice şaşırtmıştı. Kitabın yazarı o kadar heyecanlıydı ki, kitabın herhangi bir sayfasında şu kelimelerden biri muhakkak vardı: “güzellik, heyecan, coşkunluk, mutluluk, binlerce yıllık, binlerce yıl önce, tutku, zevk, aşk, sevgi, olağanüstü, ölümsüzlük, sır, mesut”. Birinci sınıftan beri 16 yıldır matematik gören ben, yazarın bu halini görünce kaç tane matematik olduğunu sorgulamaya başladım. Ya o fraktalar, fibonacciler ve fermatlar matematikti ya da bizim her sene tekrar tekrar gördüğümüz kümeler.

Kaç tane matematik olduğunu tartışmak başka bir zamana kalsın, biz matematiği matematikçilerin hayran olduğu şey olarak kabul edelim ve matematiğin matematikçiler için neden bu kadar heyecan verici olduğunu anlamaya çalışalım. Belki niçin matematik öğretmeliyiz sorusuna cevap da buluruz. “Matematiğin Aydınlık Dünyası” kitabının değişik yerlerinde matematiğin heyecan verici olmasının sebepleriyle ilgili ipuçları var. Daha kitabın ilk üç sayfasında yazar, bunların dördünü açıklıyor: anlama, ölümsüzlük, doğada bulma, üstünlük.
Anlama: “Bazıları içinse matematik, hayatı anlamanın ve sevmenin bir yolu olabilmiştir. Çünkü sevmenin yolu, her şeyde olduğu gibi, burada da anlamaktan geçer.” (p. 1)
Ölümsüzlük: “Oysa lise geometrisi ne kadar heyecan verici konuları içerir. Binlerce yıl önce Akdeniz havzasında gelişmiş olan o berrak düşünce gücünün insanı ölümsüzlük kavramıyla ilk tanıştırışı…” (p. 2)
Doğada bulma: “Konunun ne kadar zevkli olduğunu, ne kadar eğlenceli olduğunu, doğanın neresine baksanız bir elips, bir daire göreceğinizi ve bunların nasıl bir uyumla birbirinin içinde olduğunu hissedememiş.” (p. 2)
Üstünlük: “Zaten insanların matematikle, bilimle uğraşmaya başlamasının temelinde yatan içgüdü de budur; doğa olaylarını önceden kestirebilmek, önceden anlayabilmek ve diğer insanlara karşı bir üstünlük sağlamak.” (p. 3)
Matematiği sevmek söz konusu olduğunda verilen örneklerden ilki genelde altın oran veya Fibonacci sayıları olur. Ancak bir sınavla ölçülecek matematik bilgisi söz konusu olduğunda “dört basamaklı birbirinden farklı en küçük doğal sayı ile üç basamaklı en büyük doğal sayının farkı”na geri döneriz. İster üniversite giriş sınavı gibi bir sınav olsun, ister bir araştırma sonucundaki istatistikler gibi olsun,  ölçme ve değerlendirmenin işin içine girmesinin sonucu ihlâsın zedelenmesi oluyor. Bu durumu kitabın yazarı da fark edip not etmiş:
“Fakat zamanla profesyonel matematikçi bu masum soruyu unutur ve araştırma dünyasının rekabet hırsına kapılır. Bir zamanlar zevk aldığı problemler, çözmezse terfi etmeyeceği, takdir edilmeyeceği, araştırma fonları alamayacağı kâbuslara dönüşür.” (s.38)
İnsanda ihlâsın zedelenmesi olurken ortaya konan eserde de mananın zedelenmesi ortaya çıkıyor. Heyecanla okuduğunuz bir kitabı bitirir bitirmez sadece hissettiklerini yazarak çok kaliteli bir değerlendirme ortaya koyabilirsiniz. Ama kitaptaki kelimeleri, tamlamaları, cümleleri sayılara döküp çıkardığınız istatistik üzerine konuşursanız kitap üzerine sadece laf-ı güzaf etmiş, manasından ve sanatından kırpmış olursunuz. “Matematiğin Aydınlık Dünyası” kitabında matematiğin heyecan verici olmasının sebeplerinden bahseden bütün konuları bu makale akademik görünsün diye burada listeleyeceğim ve bunu okuması hiç zevkli olmayacak.
Mum Işığında Çalışan Bir Adam
Anlama: Güneşin geometrik şeklini anlama (s. 34), spiral ve helis arasındaki ilişkiyi anlama (s. 59), altın oranla Fibonacci serileri arasındaki bağlantıyı anlamak (s. 65), Mimar Sinan’ın “bilmek” fiili içindeki yaşam sevincini damıtabilmesi (s. 93) anlamanın verdiği heyecan hakkında kitapta geçen örneklerdir.
Ölümsüzlük: Galois’in umutsuz son gecesinde yazdığı mektup (s. 27), Ömer Hayyam’ın rubaileri (s. 30), Mimar Sinan’ın ölümünden 400 yıl sonra bile önadıyla anıldığında tanınması (s. 94), Öleceğini anlayan Tycho Brahe’nin tamamlayamadığı yıldız katalağunu tamamlayıp adına yayımlaması için Kepler’i çağırması (s. 113), Fermat’ın okuduğu Aritmetika kitabının kenarlarına aldığı notlarla meşhur olması (s. 116) matematikle ölümsüzlük hakkında kitapta geçen örneklerdir.
Doğada bulma: Bir bardak çayın soğumasının üssel fonksiyonu (s. 3), Galileo’nun doğanın sırlarında saklı olan güzelliklere ulaşma arzusu (s. 5), bir ayçiçeği tarlasına bakmanın çeşitleri (s. 33), Apollonius’un elips eğrileri üzerinde çalışması ve gezegenlerin elips eğrileri çizerek dolaşması (s. 38), sarmaşık bitkisinin ağaca tırmanırken çizdiği eğri (s. 38), fraktalları yakalamak (s. 41), matematiği tanrının doğanın içine bıraktığı ipuçları olarak görmek (s. 71), Newton’un gökcisimlerini matematiksel bir modele oturtması (s. 114) matematiği doğada bulmak hakkında kitapta geçen örneklerdir.
Üstünlük: Satrancın mucidinin hilesi (s. 14), bazı hesapları yapabilme gücü (s. 48), Pisagor’un tarikatının kök ikinin irrasyonel olduğunu bilmesinin oluşturduğu güç (s. 53), Mimar Sinan’ın üç merdivenli minare yapmasıyla genç mimarlardan üstünlüğü (s. 95), Arşimed’in bir donanmaya karşı zaferi (s. 101) kitapta matematiğin nasıl üstünlük sağladığına dair geçen örneklerdir.
Matematikle uğraşmanın getirdiği sorunlardan biri söyleyeceklerini bir kurguya oturtmakta zorluk çekmektir. Objektif olup, madde madde listeleyip, başlık başlık söylemek kolayına gelir mantığın gölgesinde kalan insanın. Bahsetmek istediğim iki tane daha sebep vardı ve ben kolay geldiği için bunları da hikâye gibi açıklamak yerine listeye ekleyeceğim.

Kitapta matematiğin heyecan verici olmasıyla ilgili geçen diğer konuların büyük çoğunluğu iki gruptan birine giriyor: matematiğin umulmadık eşitlikler sunarak insanı şaşırtmasından bahsedenler ve aşırı uçlardaki sayılarla insan zihnini zorlamasından bahsedenler. Buna göre okuması zevkli olmayan liste şöyle devam ediyor:
Umulmadık Eşitlikler: Elektrik alanı ve manyetik alan ayrı şeyler olmayıp aynı şeyin iki ayrı görüntüsü olması (s. 4), Eflatun’un Platon olması (s. 31), sarkaçla ilgili bir özelliğin fraktal olması (s. 45), spiralin başka bir boyutunun ve helis olması (s. 59), altın oranla ardışık Fibonacci sayılarının oranıyla ilişkisi (s. 65) kitapta geçen umulmadık eşitliklere örnek verilebilir.
Aşırı Uçlardaki Sayılar: Öklit’in “Nokta ki büyüklüğü olmayan.” tanımı (s.2), Şahın satrancın mucidine olan borcu (s. 14), yazının icadının üzerinden geçen saniyeler (s. 19), evrendeki moleküllerin sayısı (s. 19), Pi sayısının virgülden sonraki basamaklarının sayısı (s. 36), Hipparkhos’un oniki ciltlik kitabı (s. 40), iki bin yıl kadar önce ay takvimine göre bir ayın uzunluğunun aslından bir saniye farkla hesaplanabilmesi (s. 40), Güneş sisteminin Samanyolu’nun merkezi etrafındaki dönme hızı ve bir turu tamamlama süresi (s. 41), evrenin bilinen genişliği (s. 41), Güneş sisteminin doğru oranlarla küçültülmüş modeli (s. 48) aşırı uçlardaki sayılardan bahseden konulara örnek verilebilir.
Zor Matematik Defteri
Matematik öğrenen öğrencileri bunlarla ne kadar kandırabilirsiniz? En azından gençler matematikteki ilginç eşitlikleri, zıtlıkları ve doğadaki örnekleri öğrendiklerinde şaşırıp matematiğe ilgi duymaya başlayabilirler. Üstünlük sağlamanın ise matematikten çok daha kolay yolları var. Bir kısmı da sadece matematikçileri ilgilendiriyor. Lise ve hatta üniversite hayatı boyunca matematiğe ilgi duyanlara bile değil, sadece matematikçilere. Mesela ölümsüz olmak, meşhur olmak ve her zaman anılmak:
“Galiba ölümsüz olmanın, ama gerçekten ölümsüz olmanın en sağlam ve en eğlenceli yolu matematik yapmak…” (p. 59).
“Meşhur olmak istiyorsanız şarkıcı değil, matematikçi olmanız gerek. Çünkü matematikte ölümsüz doğrular vardır.” (p. 73).
Anlamış olmak için anlamaya çalışmak da sanat için sanat yapmak gibi herkesin benimsemeyeceği bir motivasyon. Anlamanın, bilmenin ve hatta matematiği heyecan verici yapan diğer sebeplerinin ortak noktası insanı elit hissettirme gibi geliyor bana. Ben biliyorum ve ben özelim havasını yaşatabiliyor insana. Böylece diğer insanlardan bir üstünlüğü olmuş oluyor. Akademi’nin kapısına “Matematik bilmeyen giremez” yazmak (s. 48), Pisagor gibi pek çok mürit toplamak (s. 52), ölümsüz olmak ve meşhur olmak ancak üstün olmak noktasında birleşiyor.

Üstün olmak arzusu insanların genel bir eğilimi; yoksa herkes alçakgönüllü olurdu. Kendini üstün hissetmek için üstünlüğün başkalarına kabul ettirilmesi de gerekmiyor. Aptal olmadığını kendine göstermesi bile yetebilir insana ve anladıkça aptal olmadığını ispat edebilir kendine. Pek farkında olmaz insan ama üzerinde değişiklikler yaptığı amatör bir teleskopla Jüpiter’in gözünü görebilmişse, bir şey başarmış olmanın verdiği mutlulukla bunu başkalarına anlatıp takdir edilmeyi bekler. Anlamakta başarılı oldukça mutlu olur:
“Çünkü sevmenin yolu, her şeyde olduğu gibi, burada da anlamaktan geçer. Ancak anlayabildiğimiz şeyleri severiz.” (s. 1)
Matematiği anlayan insan ben anlayabiliyorum diye sevinir yoksa morali bozulur ve başarılı olduğu başka bir alan arar kendine. Okuldaki sataşmaları ve kavgaları da bu şekilde açıklıyor eğitimciler. Hal böyle iken matematiği anlamayan öğrencileri “bilmek” fiili içindeki yaşam sevinciyle de kandıramayız matematiği öğretmek için.

Matematiğin Aydınlık Dünyası’nda geçen matematiğin heyecan verici olmasının sebepleri, öğrencilere matematik öğretmenin sebepleri arasında sayılabilir gibi gelmiyor bana. Bilmiş olmak için bilmemeli öğrenciler. Mesela şu bilgiyi “büyümüş de küçülmüş” diye methedilmek için zihinlerinde taşımamalı:
“(Jüpiter) de bu oranlara göre bakıldığında bir misket büyüklüğünde ve Güneş’ten 60 m uzaklıkta olacak. Güneş sistemimizin en uzak, üvey evladı Plüton da 466 m uzakta ve elbette bir topluiğnenin başından daha küçük bir büyüklükte olacak. İşte sayıların bu insafsızlığındandır ki hiçbir yerde Güneş sisteminin gerçek oranlarda bir modelini, yani mesafeler ve büyüklükler için aynı birimlerin kullanıldığı bir modelini göremezsiniz.” (s. 48)
Belki ne kadar küçük olduklarını kavramak ve sürekli hatırlamak için taşımalı. Matematiği herkesin öğrenmesi gerektiğini söyleyemeyiz ama alçakgönüllülük eğitimini herkesin alması gerekir. Böyle ilginç bir bilgi bahanesiyle de bahsetmeyeceksek alçakgönüllülükten, öğrenci bu eğitimini başka nerede alacak. Nitekim yazarımız da bu cümlelerin akabinde değinmiş alçakgönüllülüğe:
“Belki bir gün pikniğe gittiğinizde bu modeli çayırlara kurup sonra yüksek bir yerden seyretmeyi düşünebilirsiniz. Günlük sıkıntılarınızın ve hırslarınızın yüzüne patlatacağınız iyi bir alçakgönüllülük tokadı olurdu bu…” (s. 48)
Matematik sonsuzluktan bahseder. Yazarımız da “Pi sayısı akla sığar mı?” diye sormuş Pi’nin virgülden sonraki basamaklarının sonlu olmadığından bahsettikten sonra. Bir türlü akıl erdiremediğimiz sonsuzluk bize aklımızın ne kadar sınırlı olduğu dersini vermesi için öğretilmeli. Ta ki, münezzeh bir Allah tasavvuruna aklı ermeyen insan Allah’ın varlığını inkâra girişmesin:
 “Eğer modern insan böyle bir inancı idrak edemiyorsa burada en azından inancı sorguladığı kadar onu bir türlü idrak edemeyen bilinci de sorgulamalıdır.” (Rıhle, Sayı 12, s. 110)
Conrad Wolfram
Matematiğin Aydınlık Dünyası kitabından devşireceklerimizi devşirdik. Bu kadar tartışmadan sonra zihnimiz açılmışken tartışmaya başka bir kaynaktan devam etmesek olmaz. Özellikle matematikle uğraşmanın zihni açıp açmadığından bahseden bir kaynak. Çok değil, sadece bir kaynak ama niçin matematik öğretmeliyiz sorusuna doğrudan cevap veriyor. Conrad Wolfram, TED.com’daki “Teaching kids real math with computers” başlıklı konuşmasında matematik öğretmek için üç tane gerekçe sayıyor: teknik işler, bugünün dünyasında iş görebilmek ve mantıksal zihin eğitimi.

Teknik işler konusunda itirazımız yok. Bugünün dünyasında iş görebilmek için matematik öğrenmenin gerekliliği ise göreceli bir konu. Conrad Wolfram, mortgage taksitlerini hesaplamak örneğini veriyor ama konuşmasının geri kalanında zaten hesaplamaları bilgisayarların yaptığından bahsediyor. Ben bilgisayarların yapamayacağı bir örnek vereyim: cep telefonu şebekesi tarifelerinden en hesaplamasını bulmak. Ancak bugünün dünyasında iş görebilmek konusunda verilebilecek örneklerde sadece aritmetik konusunu bilmek yetiyor, yıllarca matematik görmeye gerek kalmıyor. Dahası matematik profesörü olmanız bile en hesaplı cep telefonu şebekesi tarifesini bulmada kâr etmiyor. Mesele bugünün dünyasında iş görebilmekse, bana göre market ahlâkı eğitimi matematikten daha öncelikli olmalı.

Mantıksal zihin geliştirme, belki herkese matematik öğretmemiz için geçerli bir sebep olabilir. Conrad Wolfram, “Matematik bunu yapmak için muhteşem bir yoldur.” diyor. Belki de matematiği sudoku oyunundan ayıran budur. Lise öğrencisi olduğum yıllarda aynı konudan “Matematik analitik düşünme kabiliyetini artırır.” diye bahsetmişlerdi. Gülmüştük. En son staja gittiğim okulların birinde çocuklar buna hâlâ gülüyordu. Belki doğrudur, matematik mantıksal düşünme kabiliyetini artırıyor olabilir. Belki de mantıksal düşünen öğrenciler matematikte başarılı oluyor, diğerleri eleniyordur. Mantıksal düşünme kabiliyeti artarken insanın bazı kabiliyetleri köreliyor da olabilir. Makalenin ortasında bahsettiğim “mantığın gölgesinde kalan insan” gibi ruhsuz insanlar yetiştiriyor da olabiliriz. Belki bugünün dünyası bunu gerektiriyordur, belki yarının dünyası başka bir şey gerektirir.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Entropi ve Temayül-ü İnfisad

Paslanan Dişliler
Modern fizik konularına doğrudan bir uygulama alanı bulması klasik fiziğe göre daha zor. Mesela ışığın yerçekiminden etkilenip etkilenmediğini anlamak için hassas cihazlar ve özel koşullar gerekirken kaldıraç konusunu odanızın içinde bile uygulayabilirsiniz. Öbür yandan modern fizik, klasik fiziğe göre hayatla ilişkilendirmeye ve bir toplumsal konuyla analoji kurmaya daha müsait. Onu böyle müsait kılan şey belki de doğrudan uygulama alanı olmayışıdır. Böylece "kaldıraç konusunda öğrendiklerimizi sadece kaldıraçlarda kullanırız" türünden bir koşullanma yaşamıyoruzdur. Belki de modern fizik biraz felsefe içerdiğinden ve dolayısıyla da biraz göreceli olduğundan her lafa maydanoz olabiliyordur. Belki de köfteyi çakan olmaz nasılsa diyip kuantum temelli öğrenme, kuantum düşünce tekniği gibi terimleri cesaretle uydurabiliyoruz.

Evet, ben de modern fizik okudum. Nasıl olsa köfteyi çakan olmaz varsayımıyla bu konu hakkında biraz da ben bir iki kelam edeyim dedim. Günlük olayları fizik konularından örnekler vererek incelemek, "Niçin matematik ve fizik öğretiyoruz?" sorusuna verilen "çünkü insan ufkunu ve analitik düşünme kabiliyetini geliştirir" şeklindeki bir cevabı haklı çıkarsa da "Matematik ve fizikle uğraşmayacak bir öğrenciyi bunlarla onca yıl oyalamak bu ufuk genişlemesine değer mi?" sorusuna bir cevap sunmuyor. Fizikçiler ve mühendislerle beraber fizik okumak zorunda olduğum zamanlardan beri arıyorum bu sorunun cevabını. Ama yine de "okumak iyidir iyi.".

Hem fena mı, entropiyi öğrenmiş olduk fizik derslerini alarak diye avutamıyrum kendimi. Çünkü entropi kavramını entropi konusunu işlediğimiz derste öğrenmedim. Dersi O kadar düzenli takip etmek ve konuyu kitaptan tekrar tekrar çalışmak da fayda etmedi konuyu kavramaya. Neticede o dersi ortalama bir notla geçtim ama kendi alanım olan matematiğin iki dersini şartlı geçmek pahasına. Şikayet etmiyorum mezun olmuş gitmiş biri olarak ama bir kenara yazılsın ve hoş bir anı olsun diye yazıyorum. Nitekim hikâyenin devamı mutlu sonla bitiyor.

Bu termodinamik vak'asından üç sene sonra çok şey öğrendiğim "Bilim Tarihi" dersini aldım. Dersi veren hoca, Haluk Beker diye ismi de geçsin, o zamana kadar fizik derslerinde işleyip de kavrayamadığımız konularla bundan sonra işlesek kavrayamayacağımız konuları oldukça basit bir şekilde arka plandaki hikâyeleriyle beraber anlatıp mezun etmeden bizim gönlümüzü almıştı. Entropi kavramını da bu derste anlamış oldum. İşin garip tarafı biraz önce bahsettiğim termodinamik dersini de ilk başta Haluk Beker'den alıyordum. Ta ki kendime göre bir hoca bulmam gerektiğini anladığım o derse kadar...

Bize ne ya termodinamikten gibi dışlayıcı tavırları kafamızdan silerek bu fizik dersinin bize uyan bir şubesini haftalık programımıza ekleyerek yepyeni bir döneme başlamıştık. Bana da Haluk Hoca'nın şubesi uyduğu için onun dersini takip ediyordum. Tahtada bir şeyler anlatıyor, biz not ediyorduk. Arada anlamadığımız yer olup olmadığını soruyor, biz ise sessiz kalıyorduk. Soru soracak kadar bile bir şey anlamıyorduk ama cesaret edip de bunu hocaya söylemiyorduk. Bir gün yine anlamadığımız bir yer olup olmadığını sorduktan sonra, halimizi biliyor olacak, bize dönüp şu anısını anlattı:
"Bir keresinde ders anlatırken öğrencinin biri parmak kaldırıp 'Hocam ben anlamadım' dedi. Ben de neresini anlamadın diye sordum. O da 'Hiçbişiy anlamadım hocam' dedi."
Bu anekdottan sonra elindeki elma suyundan bir fırt çekip dersine devam etti. O günden sonra ben başka bir hocanın dersini takip etmeye başladım. Mutlu sonla bitecek hikâye burada bitti, makalenin gerisi sondan bahsedecek. Kalan arkadaşlar o mimik kabiliyetini gördükten sonra hocanın ağzına düşüp madara olmak korkusuyla hiçbir şey soramadan dönemi kapatmıştır diye tahmin ediyorum. Hikâyedeki kahramana ne olduğunu ise hoca söylemişti ama şimdi ben hatırlayamadım. Belki gurur yapıp intihar etmiştir.

Entropi üzerine çalışıp termodinamiğe büyük katkısı olan üç önemli fizikçi varmış: Classius, Meyer, Boltzman. Bunlardan son ikisi de intihar etmiş. Rivayet olunur ki, kaçınılmaz sonun verdiği depresyondan intihar etmişler. Klasik fizikçi enerjinin korunumu deyip kendini avutabilir. Enerji kaybı ısı olarak başka bir yerde neşvü nema bulabilir der. Ama entropi çalışan bir fizikçinin hiçbir kaçışı yok. Evrenin maksimum entropiye ulaşıp ısıl ölümünün gerçekleşeceğini her gün düşünüyor.

Entropi bir sistemdeki düzensizlik seviyesini gösterir ve kullanılmaz enerji miktarıdır. Mesela 20ºC sıcaklıkta bir oda düşünün. Elektrikler varken buzdolabının içi -20ºC ve fırının içi de 200ºC olsun. Her şey tertipli, yerli yerinde, "organized" bir sistem. Ama elektrikler gidince buzdolabının ve fırının sıcaklığı 20ºC oluyor. Sistem bir örnek, tekdüze, "uniform" bir hal alıyor. 20ºC sıcaklık ne yiyecekleri dondurmakta ne de yemek pişirmekte kullanılabiliyor. Bu "organized" halden "uniform" hale geçerken sistemdeki entropi de artıyor. Arka planda kullanılmaz hale gelen enerji miktarının sayısal değeri işin uzmanlarına havale. Bu arada, Türkçe'de "organized" ve "uniform" gibi iki ayrı kavramı tek kelimeyle ifade etmek mümkünken baştaki "düzensizlik seviyesi" tabirine de takılmamak lazım.

Bölgesel olarak bazı yerlerde, mesela bizim mutfağımızda, entropi azalabilir. Ama evrenin genelini düşündüğünüzde ise entropi asla azalmıyor ama artabiliyor. Entropiyi öcü yapan şey ise onun sürekli artması. Bir yerde düzeni artırırken başka yerde daha fazla bozulma oluyor.  Mesela bir bebek kuvvetli bir insan olana kadar kaç tane mercan balığı posa haline geliyor. Mesela İstanbul'u inşa etmek için Trakya ve Sakarya ormanlarının bozulması gerekiyor.

Entropinin artışı matematiksel olarak şöyle gösterilebilir:
Evrendeki entropi değişimini belirten denklem
Modern fizikçilere göre fizikte gördüğümüz eşitliklerin hiçbirinin doğruluğu kesin değil. Kesin olan iki eşitsizlik var. Birisi Heisenberg'in belirsizlik ilkesi ve diğeri de entropinin artma eğilimli olmasıyla alakalı yukarıdaki eşitsizlik. Entropideki bu artış oldukça kötümser bir tablo sunuyor.

Her ne kadar mutfağımızda entropiyi azaltmak mümkünse de zor ama onu artırmak çok kolay. Mesela bir su kabına koyduğunuz buz parçası zahmetsizce eriyip suyla karışıyor. Sıcakla soğuğu tekrar ayırıp sistemi eski haline getirmek için ise masrafa girmeniz gerekiyor. Elinize aldığınız yarısı dolu bir turşu kavanozunun kapağını açtığınız anda uçmaya hazır bekleyen her bir turşu molekülünün mutfağa uçma ihtimali %50 ama mutfaktan kavanoz içine turşu molekülü girmesi o anda mutfakta turşu havası olmadığı için %0. Odanın içine bir kere koku yayıldıktan sonra ise kavanoza giren ve çıkan moleküller birbirini telafi edecek dengeye ulaşır. Bundan sonra kavanozla sinek yakalar gibi bir ömür uğraşsanız mutfağınızda gezen bu molekülleri bu kavanoza tekrar hapsedemezsiniz.Birini yakalerken diğeri kaçar.

Fizikçiler kokunun bir odaya yayılmasını yukarıdaki gibi olasılık ve entropi konusuyla açıklıyor. Biyologlar ise buna difüzyon olayı diyor ve maddelerin çok yoğun ortamdan az yoğun ortama göçü diye tanımlıyor. Entropi konusuna ise hiç değinmiyor. Belki de biyologlar insanın maymundan geldiği tezine uymadığı için entropi konusunu hatırlamak bile istemiyorlardır. Ben lisede çok yoğun ortamdan az yoğun ortama geçişin sebebini merak eder dururdum. Moleküller birbirlerini ittikleri için mi birbirlerinde uzaklaşıyorlardı? Peki niye itsinlerdi? Difüzyonun nasıl çalıştığını bilmeden bir çok olayı difüzyonla açıklama garabetinde bulunduk. Fizik ve kimyanın değil biyolojinin lise ders kitaplarının bilim ve bilimsel yöntem ile başlaması bu garabeti daha da artırıyor.

Entropi olayı bana yıkmanın kolay, yapmanın zor olduğunu hatırlatıyor. Su kabına koyduğumuz buz kolayca eriyip suyla karışıyor, şekli bozuluyor. Mutfakta açılan turşu kavanozu da tam da damat tarafının kız istemeye geleceği bir günde kırılıp ortamın havasını bozuveriyor. Sonra pencereleri aç havalandır vesaire. Sonra hem eve buzdolabı, fırın gibi beyaz eşya döşemesi de kolay değil. Ama bütün sistemi kırıp atmak veya ilgilenmeyip çürümeye terk etmek ve entropiye çalışmak kolay.

Entropi bana ahlâki yozlaşmayı hatırlatıyor. İnsanın ahlâkını güzelleştirmesi entropiye karşı durmak gibi zor ve zahmetli bir iş. Hevaya uymak ve hevesatın peşinden gitmek ise oldukça kolay. İnsana, özellikle bilim adamına yakışan ise aklını başına almaktır. Metin Karabaşoğlu Kamer Sûresinden bahsederken böyle diyor:
"Kur'an'ın mübelliği Muhammed-i Arabî aleyhissalâtu vesselam'ın muhatapları, yakınlaşan kıyamet henüz gelmeden akıllarını hevalarından kurtarıp başlarına almaya davet edilmektedir." (Kur'an Okumaları 4, s. 51)
"Saat yaklaştı ve Ay yarıldı" haberiyle başlayan bu sûre, Ay'ın yarılması mucizesini görüp "Bu kuvvetli bir sihirdir" diye inkârlarına devam edenler kadar bugünün bilim adamlarına da hitap ediyor aslında. Aynı kitabın iki farklı makalesinde geçen iki ayrı cümle de sanki birbirini tamamlıyor ve bu inkâr meselesini “kolaylığa meyletmek” ve “temayül” kelimeleriyle açıklıyor.
“Ama günümüz dünyasında (ve eskilerin eskimez eserlerini okuduğumuzda anladığımız üzere, bütün zamanlarda) insan kolaylığa meyleder. Risk almadan yaşamak ister.” (Kur’an Okumaları 4, s. 108)
“Bir kaza, bir kavga, bir hırsızlık, nizalı bir alışveriş, sorunlu bir evlilik, hasta bir çocuk, yoksul bir yaşlı… derken, görüp bildiğine dair “şahitlik” beyan ettiğinde üzerine yükümlülük ve sorumluluk yüklenecek her ne durum varsa “görmezden gelme” temayülü gösterir. Hatta “gördüğünü saklama, söylememe” gibi, dahası “gördüğünü inkâr etme” gibi yollara sapar. Çünkü gerçekte insana yakışan, gördüğüne şahit olmaktır; ama şahitliğin bir bedeli vardır.” (Kur’an Okumaları 4, s. 20)
İnsandaki temayülün bozulma yönünde olduğunu bildikten sonra insanın kolayına gelen şeylere temkinle yaklaşıyorum artık. Sadece ahlâki bozulma konusunda değil, yeteneklerin körelmesinden amacını şaşırmaya kadar. Şu soruyu bir okuyun:
Bir KPSS denemesi sorusu
Çalışma, azmetme, sabretme, çile çekip başarma ve dahası insana zor gelen şeyler. Bir kolay yolunu bulma, kolaya kaçma fikri var zihinlerde. Siyon Liderlerinin Protokolleri'nden üç tane birden alıntı yapmak bayabilir. Ama bir asır önce ortaya çıkmış bu eserde insan psikolojisi üzerine yapılan tahliller hayret verici. İnsanların kolaya kaçması, ahlâki yozlaşma temayülü ve bu eğilimlerin pohpohlanması üzerine üç alıntı:
"Düşünceye gem vurma sistemi, şimdiden görerek öğrenim denen sistem ile uygulamaya konmuştur. Bunun amacı Yahudi olmayanları, kendilerinde bir fikir teşekkülü için gözlerinin önüne bir şeyler getirilmesini bekleyen uysal hayvanlar haline getirmektir." (s. 95)
"Kitleler kendi bulundukları durumları anlamasınlar diye biz onları ayrıca zevkler, oyunlar, eğlenceler, tutkular, halka mahsus eğlence yerleri ile de başka yönlere çekeceğiz. Pek yakında her çeşit sanat ve spor müsabakaları yapılmasını basın vasıtası ile teşvik edeceğiz. Bu ilgiler nihayet, onların zihinlerini bizim onlarla mücadeleye mecbur kalacağımız meselelerden başka tarafa çekecektir. Halkın bizzat kendi düşüncelerini oluşturmaya ve aksettirmeye alışık olmayışları gittikçe yayılacak." (s. 74)
"Bozulmanın her yeri sardığı, zenginlerin ancak yarı dolandırıcılık düzenlerinin becerikli sürpriz taktikleri ile kazanç sağladıkları, nemelazımcılığın hüküm sürdüğü, ahlâkın gönüllü olarak kabul edilen prensiplerle değil cezaî tedbirler ve sert kanunlarla korunduğu, iman ve memlekete dair duyguların kozmopolit inançlarla silindiği toplumlara ne şekilde idare tarzı verilebilir?" (Siyon Liderlerinin Protokolleri, s. 35)
İnsanın kolaya kaçmasının bin bir yolu var. Bazı aileler görüyorum çocukla ilgilenmekten kurtulmak için onu televizyonun başına bırakıveriyorlar. Kolay yolunu bulmuşlar. Acıyorum. Bazısı çocuk eğitip olgun insan yetiştirmek yerine çocuk eğleyip kolaya kaçıyor. Bazı insanlar okumayı bırakıyor, izlemeye başlıyor. Bazısı sosyal paylaşım sitelerinde fikir körletiyor. Potansiyeli ve metafizik gerilimi lamba gibi parlayacakken, insan kısa devrede hemen sosyal paylaşım sitesine yazıp fikrin ağırlığından kurtulmaya kaçıyor.

"Kızını bıraksan, ya davulcuya gider ya zurnacıya." atasözü de benzer bir eğilimi anlatıyor. "Oğlunu bıraksan ya topçu olur ya da popçu" sözünü de biz uyduralım. Hâlâ bir atasözü yazdık diye bizi yadırgayan varsa ona da onun okuduğu kitaplardan bir alıntı yapayım:
"İnsanın duyguları denetleme ve kısıtlama güçsüzlüğüne kölelik diyorum. Çünkü duygulara tabi olan insan, kendisinin değil, ama kaderinin hükmündedir. Öylesine onun hâkimiyetindedir ki, kendisi için daha iyi olana bakmasına rağmen yine de kötü olana akmaya zorlanır." (Baruch Spinoza)
"Organized" ve "uniform" gibi iki kelimeyi Türkçe'de tek kelimeyle karşıladığımızı yukarıda ifade etmiştik. Şimdi acısını çıkarma zamanı. Spinoza da "heva" kelimesine bir karşılık bulamamış. Lafı dolandırıp durmuş.

Elektrikler kesildiğinde mutfağımızdaki entropinin artması gibi iman, ahlâk, eğitim olmadığı zaman da ahlâki yozlaşma artıyor. Entropi artışına karşı durmak akıntıya karşı yüzmek gibi ise heva da insanı esfel-i sâfilîne sürükleyen kuvvetli bir akıntı gibi. İnsan kötü olana akmaya zorlanıyor ama insanda buna karşı durma iradesi var. Bir yerlere tutunmayan veya akıntıya karşı yüzmeyen hayvan da olamıyor, sefil olup gidiyor. Elektrik mutfaktaki sistemin bozulmasının önünde bir engel ise iman nuru da hayvanîleşmenin önünde bir engel.

Hayvanîleşmek yolunda ilerleyen bir insan hayattan hayvan gibi zevk de alamaz. Sürekli onu takip eden ölümü hatırlar. Ecelin ayak seslerini sarhoşluğun, eğlencenin ve müziğin gürültüsüyle de bastıramazsa intihar etmekten başka bir çaresi kalmaz. Ancak ölümü kabul etmek de insana kolay gelmez. Entropi üzerine çalışan Meyer ve Boltzman da bu kaçınılmaz sonu her gün gördükten sonra kim bilir nasıl bunalım yaşadı da intihar etti.

Entropi, kaçılmaz son için tek senaryo da değil. Beni en çok etkileyen bir tanesi "The Big Rip". Sanki bir stadyumun şalterlerini bir bir indiriyormuş gibi yıldızların bir bir sönmesi ve atomların çekirdeklerine kadar parçalanması: The Big Rest In Peace. "The End of The Earh" belgeselinde Robert Calwell şöyle diyor:
"I don't know what universe to end. Because I like time. I live in it. So it is hard to imagine time ended."
Acı ama gerçek. İnsan bir şekilde varlığını sürdürmek istiyor. Bazıları bıraktığı eserle ölümsüz olacağını düşünerek tatmin ediyor kendini. Bazısı ağaç, taş veya yol üzerinde bıraktığı bir iz ve işaretle avunuyor. Bazısı her fotoğraf karesinde görünmek istiyor.

Brooks was here, so was red
Bazıları bize gerici diyor. Fani dünya deyip miskin miskin yatmakla suçluyor. Ama Necmi İlgen Abi'nin dediği gibi biz ilericiyiz. İlerisini, ölümü ve ötesini düşünüyoruz. Bu dünyadan giderken arkada insanların hayrına bir eser bırakmak elbette övülen bir iş. Barbaros Paşa, bunu er kişinin yapacağı iş olarak tarif etmiş. Hatta daha insanın ebediyet arzusunun damarına da basarak "Esersiz kişinin yerinde yeller eser!" diye adeta tehdit etmiş:
"Er kişi odur ki dünyada koya bir eser,
Esersiz kişinin yerinde yeller eser!"
(Barbaros Paşa)
Şimdi insanların hayrına bir sadaka-i cariye bırakanın fani dünya demesiyle hayatını fotoğraf karelerinde boy göstermek peşinde zayi edenin dünya baki demesini siz kıyas edin.

İnsanı bu fani dünya tatmin etmediği için bazıları ebedi gençliğin formülünü estetik cerrahide arıyor. Bazısı ben ölsem devletim, o olmazsa ulusum, o da olmazsa insanlık devam eder diyor. Bazıları da insanlığın son bulacağını görüp en azından Güneş yanmaya devam ettikçe hayat tek hücreli canlılarla devam edecek diyor. Güneş sönse başka yerlerde başka yıldızlar var diyor. Ama entropi deyince, The Big Rip deyince inançsız bir kişinin tutunacak hiçbir dalı kalmıyor, bu dünya ona dar geliyor.

Risale-i Nur'un, bilimden bir şeyler öğrendikçe bazı meselelerini anlaması kolaylaşan bir eser olma özelliğini çok seviyorum. Belki daha önce defalarca okumuş olduğum şu iki cümleyi şimdi daha iyi anlıyorum:
Elbette gayet câmi' mahiyet-i insaniye, ebediyetle fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz'î cüz-ü ihtiyarî ve fakr-ı mutlak bir insana, âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medar-ı saadet ve lezzet, bir medar-ı istimdad, bir merci' ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve faidedir ki; onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur. (Şualar, s. 223)
Hem marifetten sonra sıra muhabbetten bahsetmeye gelmişken hem de insandaki daimî olan "aşk-ı beka"dan laf açılmışken sözü Bâki'nin gazellerinden iktibas ederek bitirmek yerindedir sanıyorum:
Zülf-i siyahı saye-i perr-i Hüma imiş
İklim-i hüsne anun içiün padişa imiş

Bir secde ile kıldı ruh-i aftabı zer
Hak-i cenab-ı dost aceb kimya imiş

Avazayi bu aleme Davud gibi sal
Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş

Görmez cihanı gözlerimiz yarı görmese
Mir'at-ı hüsni var ise alem-nüma imiş

Zülfün esiri Baki-i biçare dostum
Bir mübtela-yı bend-i kemendi bela imiş
Herkes dünyaya kendi penceresinden baktığından olacak, divan edebiyatında geçen aşk, şarap ve sevgili gibi kavramlar ahlâken yozlaşmış bir toplumda yazılış amacının tam tersine çalışıyor. Haliyle "Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş" sözünden de imanlı kimsenin anladığıyla imansız kimsenin anladığı bir olmayacak. Ama Bâki, "Erbab-ı zahir anlayamazlar muradumuz" diye erbab-ı zahire nota verip yapacağı tevriye sanatından geri kalmayacak:
Ferman-ı aşka can iledür inkiyadumuz
Hükm-i kazaya zerre kadar yok inadumuz

Baş eğmezüz edaniye dünya-yı dun içün
Allah'adur tevekülümüz i'timadumuz

Biz mükteka-yı zerkeş-i caha dayanmazuz
Hakk'un kemali lütfunadır istinadumuz

Zühd ü salaha eylemezüz iltica hele
Tutdı egerçi alem-i kevn-i fesadumuz

Meyden safa-yı batın-ı humdur garaz heman
Erbab-ı zahir anlayamazlar muradumuz

Minnet Huda'ya devlet-i dünya fena bulur
Baki kalur sahife-i alemde adumuz