5 Ekim 2011 Çarşamba

Entropi ve Temayül-ü İnfisad

Paslanan Dişliler
Modern fizik konularına doğrudan bir uygulama alanı bulması klasik fiziğe göre daha zor. Mesela ışığın yerçekiminden etkilenip etkilenmediğini anlamak için hassas cihazlar ve özel koşullar gerekirken kaldıraç konusunu odanızın içinde bile uygulayabilirsiniz. Öbür yandan modern fizik, klasik fiziğe göre hayatla ilişkilendirmeye ve bir toplumsal konuyla analoji kurmaya daha müsait. Onu böyle müsait kılan şey belki de doğrudan uygulama alanı olmayışıdır. Böylece "kaldıraç konusunda öğrendiklerimizi sadece kaldıraçlarda kullanırız" türünden bir koşullanma yaşamıyoruzdur. Belki de modern fizik biraz felsefe içerdiğinden ve dolayısıyla da biraz göreceli olduğundan her lafa maydanoz olabiliyordur. Belki de köfteyi çakan olmaz nasılsa diyip kuantum temelli öğrenme, kuantum düşünce tekniği gibi terimleri cesaretle uydurabiliyoruz.

Evet, ben de modern fizik okudum. Nasıl olsa köfteyi çakan olmaz varsayımıyla bu konu hakkında biraz da ben bir iki kelam edeyim dedim. Günlük olayları fizik konularından örnekler vererek incelemek, "Niçin matematik ve fizik öğretiyoruz?" sorusuna verilen "çünkü insan ufkunu ve analitik düşünme kabiliyetini geliştirir" şeklindeki bir cevabı haklı çıkarsa da "Matematik ve fizikle uğraşmayacak bir öğrenciyi bunlarla onca yıl oyalamak bu ufuk genişlemesine değer mi?" sorusuna bir cevap sunmuyor. Fizikçiler ve mühendislerle beraber fizik okumak zorunda olduğum zamanlardan beri arıyorum bu sorunun cevabını. Ama yine de "okumak iyidir iyi.".

Hem fena mı, entropiyi öğrenmiş olduk fizik derslerini alarak diye avutamıyrum kendimi. Çünkü entropi kavramını entropi konusunu işlediğimiz derste öğrenmedim. Dersi O kadar düzenli takip etmek ve konuyu kitaptan tekrar tekrar çalışmak da fayda etmedi konuyu kavramaya. Neticede o dersi ortalama bir notla geçtim ama kendi alanım olan matematiğin iki dersini şartlı geçmek pahasına. Şikayet etmiyorum mezun olmuş gitmiş biri olarak ama bir kenara yazılsın ve hoş bir anı olsun diye yazıyorum. Nitekim hikâyenin devamı mutlu sonla bitiyor.

Bu termodinamik vak'asından üç sene sonra çok şey öğrendiğim "Bilim Tarihi" dersini aldım. Dersi veren hoca, Haluk Beker diye ismi de geçsin, o zamana kadar fizik derslerinde işleyip de kavrayamadığımız konularla bundan sonra işlesek kavrayamayacağımız konuları oldukça basit bir şekilde arka plandaki hikâyeleriyle beraber anlatıp mezun etmeden bizim gönlümüzü almıştı. Entropi kavramını da bu derste anlamış oldum. İşin garip tarafı biraz önce bahsettiğim termodinamik dersini de ilk başta Haluk Beker'den alıyordum. Ta ki kendime göre bir hoca bulmam gerektiğini anladığım o derse kadar...

Bize ne ya termodinamikten gibi dışlayıcı tavırları kafamızdan silerek bu fizik dersinin bize uyan bir şubesini haftalık programımıza ekleyerek yepyeni bir döneme başlamıştık. Bana da Haluk Hoca'nın şubesi uyduğu için onun dersini takip ediyordum. Tahtada bir şeyler anlatıyor, biz not ediyorduk. Arada anlamadığımız yer olup olmadığını soruyor, biz ise sessiz kalıyorduk. Soru soracak kadar bile bir şey anlamıyorduk ama cesaret edip de bunu hocaya söylemiyorduk. Bir gün yine anlamadığımız bir yer olup olmadığını sorduktan sonra, halimizi biliyor olacak, bize dönüp şu anısını anlattı:
"Bir keresinde ders anlatırken öğrencinin biri parmak kaldırıp 'Hocam ben anlamadım' dedi. Ben de neresini anlamadın diye sordum. O da 'Hiçbişiy anlamadım hocam' dedi."
Bu anekdottan sonra elindeki elma suyundan bir fırt çekip dersine devam etti. O günden sonra ben başka bir hocanın dersini takip etmeye başladım. Mutlu sonla bitecek hikâye burada bitti, makalenin gerisi sondan bahsedecek. Kalan arkadaşlar o mimik kabiliyetini gördükten sonra hocanın ağzına düşüp madara olmak korkusuyla hiçbir şey soramadan dönemi kapatmıştır diye tahmin ediyorum. Hikâyedeki kahramana ne olduğunu ise hoca söylemişti ama şimdi ben hatırlayamadım. Belki gurur yapıp intihar etmiştir.

Entropi üzerine çalışıp termodinamiğe büyük katkısı olan üç önemli fizikçi varmış: Classius, Meyer, Boltzman. Bunlardan son ikisi de intihar etmiş. Rivayet olunur ki, kaçınılmaz sonun verdiği depresyondan intihar etmişler. Klasik fizikçi enerjinin korunumu deyip kendini avutabilir. Enerji kaybı ısı olarak başka bir yerde neşvü nema bulabilir der. Ama entropi çalışan bir fizikçinin hiçbir kaçışı yok. Evrenin maksimum entropiye ulaşıp ısıl ölümünün gerçekleşeceğini her gün düşünüyor.

Entropi bir sistemdeki düzensizlik seviyesini gösterir ve kullanılmaz enerji miktarıdır. Mesela 20ºC sıcaklıkta bir oda düşünün. Elektrikler varken buzdolabının içi -20ºC ve fırının içi de 200ºC olsun. Her şey tertipli, yerli yerinde, "organized" bir sistem. Ama elektrikler gidince buzdolabının ve fırının sıcaklığı 20ºC oluyor. Sistem bir örnek, tekdüze, "uniform" bir hal alıyor. 20ºC sıcaklık ne yiyecekleri dondurmakta ne de yemek pişirmekte kullanılabiliyor. Bu "organized" halden "uniform" hale geçerken sistemdeki entropi de artıyor. Arka planda kullanılmaz hale gelen enerji miktarının sayısal değeri işin uzmanlarına havale. Bu arada, Türkçe'de "organized" ve "uniform" gibi iki ayrı kavramı tek kelimeyle ifade etmek mümkünken baştaki "düzensizlik seviyesi" tabirine de takılmamak lazım.

Bölgesel olarak bazı yerlerde, mesela bizim mutfağımızda, entropi azalabilir. Ama evrenin genelini düşündüğünüzde ise entropi asla azalmıyor ama artabiliyor. Entropiyi öcü yapan şey ise onun sürekli artması. Bir yerde düzeni artırırken başka yerde daha fazla bozulma oluyor.  Mesela bir bebek kuvvetli bir insan olana kadar kaç tane mercan balığı posa haline geliyor. Mesela İstanbul'u inşa etmek için Trakya ve Sakarya ormanlarının bozulması gerekiyor.

Entropinin artışı matematiksel olarak şöyle gösterilebilir:
Evrendeki entropi değişimini belirten denklem
Modern fizikçilere göre fizikte gördüğümüz eşitliklerin hiçbirinin doğruluğu kesin değil. Kesin olan iki eşitsizlik var. Birisi Heisenberg'in belirsizlik ilkesi ve diğeri de entropinin artma eğilimli olmasıyla alakalı yukarıdaki eşitsizlik. Entropideki bu artış oldukça kötümser bir tablo sunuyor.

Her ne kadar mutfağımızda entropiyi azaltmak mümkünse de zor ama onu artırmak çok kolay. Mesela bir su kabına koyduğunuz buz parçası zahmetsizce eriyip suyla karışıyor. Sıcakla soğuğu tekrar ayırıp sistemi eski haline getirmek için ise masrafa girmeniz gerekiyor. Elinize aldığınız yarısı dolu bir turşu kavanozunun kapağını açtığınız anda uçmaya hazır bekleyen her bir turşu molekülünün mutfağa uçma ihtimali %50 ama mutfaktan kavanoz içine turşu molekülü girmesi o anda mutfakta turşu havası olmadığı için %0. Odanın içine bir kere koku yayıldıktan sonra ise kavanoza giren ve çıkan moleküller birbirini telafi edecek dengeye ulaşır. Bundan sonra kavanozla sinek yakalar gibi bir ömür uğraşsanız mutfağınızda gezen bu molekülleri bu kavanoza tekrar hapsedemezsiniz.Birini yakalerken diğeri kaçar.

Fizikçiler kokunun bir odaya yayılmasını yukarıdaki gibi olasılık ve entropi konusuyla açıklıyor. Biyologlar ise buna difüzyon olayı diyor ve maddelerin çok yoğun ortamdan az yoğun ortama göçü diye tanımlıyor. Entropi konusuna ise hiç değinmiyor. Belki de biyologlar insanın maymundan geldiği tezine uymadığı için entropi konusunu hatırlamak bile istemiyorlardır. Ben lisede çok yoğun ortamdan az yoğun ortama geçişin sebebini merak eder dururdum. Moleküller birbirlerini ittikleri için mi birbirlerinde uzaklaşıyorlardı? Peki niye itsinlerdi? Difüzyonun nasıl çalıştığını bilmeden bir çok olayı difüzyonla açıklama garabetinde bulunduk. Fizik ve kimyanın değil biyolojinin lise ders kitaplarının bilim ve bilimsel yöntem ile başlaması bu garabeti daha da artırıyor.

Entropi olayı bana yıkmanın kolay, yapmanın zor olduğunu hatırlatıyor. Su kabına koyduğumuz buz kolayca eriyip suyla karışıyor, şekli bozuluyor. Mutfakta açılan turşu kavanozu da tam da damat tarafının kız istemeye geleceği bir günde kırılıp ortamın havasını bozuveriyor. Sonra pencereleri aç havalandır vesaire. Sonra hem eve buzdolabı, fırın gibi beyaz eşya döşemesi de kolay değil. Ama bütün sistemi kırıp atmak veya ilgilenmeyip çürümeye terk etmek ve entropiye çalışmak kolay.

Entropi bana ahlâki yozlaşmayı hatırlatıyor. İnsanın ahlâkını güzelleştirmesi entropiye karşı durmak gibi zor ve zahmetli bir iş. Hevaya uymak ve hevesatın peşinden gitmek ise oldukça kolay. İnsana, özellikle bilim adamına yakışan ise aklını başına almaktır. Metin Karabaşoğlu Kamer Sûresinden bahsederken böyle diyor:
"Kur'an'ın mübelliği Muhammed-i Arabî aleyhissalâtu vesselam'ın muhatapları, yakınlaşan kıyamet henüz gelmeden akıllarını hevalarından kurtarıp başlarına almaya davet edilmektedir." (Kur'an Okumaları 4, s. 51)
"Saat yaklaştı ve Ay yarıldı" haberiyle başlayan bu sûre, Ay'ın yarılması mucizesini görüp "Bu kuvvetli bir sihirdir" diye inkârlarına devam edenler kadar bugünün bilim adamlarına da hitap ediyor aslında. Aynı kitabın iki farklı makalesinde geçen iki ayrı cümle de sanki birbirini tamamlıyor ve bu inkâr meselesini “kolaylığa meyletmek” ve “temayül” kelimeleriyle açıklıyor.
“Ama günümüz dünyasında (ve eskilerin eskimez eserlerini okuduğumuzda anladığımız üzere, bütün zamanlarda) insan kolaylığa meyleder. Risk almadan yaşamak ister.” (Kur’an Okumaları 4, s. 108)
“Bir kaza, bir kavga, bir hırsızlık, nizalı bir alışveriş, sorunlu bir evlilik, hasta bir çocuk, yoksul bir yaşlı… derken, görüp bildiğine dair “şahitlik” beyan ettiğinde üzerine yükümlülük ve sorumluluk yüklenecek her ne durum varsa “görmezden gelme” temayülü gösterir. Hatta “gördüğünü saklama, söylememe” gibi, dahası “gördüğünü inkâr etme” gibi yollara sapar. Çünkü gerçekte insana yakışan, gördüğüne şahit olmaktır; ama şahitliğin bir bedeli vardır.” (Kur’an Okumaları 4, s. 20)
İnsandaki temayülün bozulma yönünde olduğunu bildikten sonra insanın kolayına gelen şeylere temkinle yaklaşıyorum artık. Sadece ahlâki bozulma konusunda değil, yeteneklerin körelmesinden amacını şaşırmaya kadar. Şu soruyu bir okuyun:
Bir KPSS denemesi sorusu
Çalışma, azmetme, sabretme, çile çekip başarma ve dahası insana zor gelen şeyler. Bir kolay yolunu bulma, kolaya kaçma fikri var zihinlerde. Siyon Liderlerinin Protokolleri'nden üç tane birden alıntı yapmak bayabilir. Ama bir asır önce ortaya çıkmış bu eserde insan psikolojisi üzerine yapılan tahliller hayret verici. İnsanların kolaya kaçması, ahlâki yozlaşma temayülü ve bu eğilimlerin pohpohlanması üzerine üç alıntı:
"Düşünceye gem vurma sistemi, şimdiden görerek öğrenim denen sistem ile uygulamaya konmuştur. Bunun amacı Yahudi olmayanları, kendilerinde bir fikir teşekkülü için gözlerinin önüne bir şeyler getirilmesini bekleyen uysal hayvanlar haline getirmektir." (s. 95)
"Kitleler kendi bulundukları durumları anlamasınlar diye biz onları ayrıca zevkler, oyunlar, eğlenceler, tutkular, halka mahsus eğlence yerleri ile de başka yönlere çekeceğiz. Pek yakında her çeşit sanat ve spor müsabakaları yapılmasını basın vasıtası ile teşvik edeceğiz. Bu ilgiler nihayet, onların zihinlerini bizim onlarla mücadeleye mecbur kalacağımız meselelerden başka tarafa çekecektir. Halkın bizzat kendi düşüncelerini oluşturmaya ve aksettirmeye alışık olmayışları gittikçe yayılacak." (s. 74)
"Bozulmanın her yeri sardığı, zenginlerin ancak yarı dolandırıcılık düzenlerinin becerikli sürpriz taktikleri ile kazanç sağladıkları, nemelazımcılığın hüküm sürdüğü, ahlâkın gönüllü olarak kabul edilen prensiplerle değil cezaî tedbirler ve sert kanunlarla korunduğu, iman ve memlekete dair duyguların kozmopolit inançlarla silindiği toplumlara ne şekilde idare tarzı verilebilir?" (Siyon Liderlerinin Protokolleri, s. 35)
İnsanın kolaya kaçmasının bin bir yolu var. Bazı aileler görüyorum çocukla ilgilenmekten kurtulmak için onu televizyonun başına bırakıveriyorlar. Kolay yolunu bulmuşlar. Acıyorum. Bazısı çocuk eğitip olgun insan yetiştirmek yerine çocuk eğleyip kolaya kaçıyor. Bazı insanlar okumayı bırakıyor, izlemeye başlıyor. Bazısı sosyal paylaşım sitelerinde fikir körletiyor. Potansiyeli ve metafizik gerilimi lamba gibi parlayacakken, insan kısa devrede hemen sosyal paylaşım sitesine yazıp fikrin ağırlığından kurtulmaya kaçıyor.

"Kızını bıraksan, ya davulcuya gider ya zurnacıya." atasözü de benzer bir eğilimi anlatıyor. "Oğlunu bıraksan ya topçu olur ya da popçu" sözünü de biz uyduralım. Hâlâ bir atasözü yazdık diye bizi yadırgayan varsa ona da onun okuduğu kitaplardan bir alıntı yapayım:
"İnsanın duyguları denetleme ve kısıtlama güçsüzlüğüne kölelik diyorum. Çünkü duygulara tabi olan insan, kendisinin değil, ama kaderinin hükmündedir. Öylesine onun hâkimiyetindedir ki, kendisi için daha iyi olana bakmasına rağmen yine de kötü olana akmaya zorlanır." (Baruch Spinoza)
"Organized" ve "uniform" gibi iki kelimeyi Türkçe'de tek kelimeyle karşıladığımızı yukarıda ifade etmiştik. Şimdi acısını çıkarma zamanı. Spinoza da "heva" kelimesine bir karşılık bulamamış. Lafı dolandırıp durmuş.

Elektrikler kesildiğinde mutfağımızdaki entropinin artması gibi iman, ahlâk, eğitim olmadığı zaman da ahlâki yozlaşma artıyor. Entropi artışına karşı durmak akıntıya karşı yüzmek gibi ise heva da insanı esfel-i sâfilîne sürükleyen kuvvetli bir akıntı gibi. İnsan kötü olana akmaya zorlanıyor ama insanda buna karşı durma iradesi var. Bir yerlere tutunmayan veya akıntıya karşı yüzmeyen hayvan da olamıyor, sefil olup gidiyor. Elektrik mutfaktaki sistemin bozulmasının önünde bir engel ise iman nuru da hayvanîleşmenin önünde bir engel.

Hayvanîleşmek yolunda ilerleyen bir insan hayattan hayvan gibi zevk de alamaz. Sürekli onu takip eden ölümü hatırlar. Ecelin ayak seslerini sarhoşluğun, eğlencenin ve müziğin gürültüsüyle de bastıramazsa intihar etmekten başka bir çaresi kalmaz. Ancak ölümü kabul etmek de insana kolay gelmez. Entropi üzerine çalışan Meyer ve Boltzman da bu kaçınılmaz sonu her gün gördükten sonra kim bilir nasıl bunalım yaşadı da intihar etti.

Entropi, kaçılmaz son için tek senaryo da değil. Beni en çok etkileyen bir tanesi "The Big Rip". Sanki bir stadyumun şalterlerini bir bir indiriyormuş gibi yıldızların bir bir sönmesi ve atomların çekirdeklerine kadar parçalanması: The Big Rest In Peace. "The End of The Earh" belgeselinde Robert Calwell şöyle diyor:
"I don't know what universe to end. Because I like time. I live in it. So it is hard to imagine time ended."
Acı ama gerçek. İnsan bir şekilde varlığını sürdürmek istiyor. Bazıları bıraktığı eserle ölümsüz olacağını düşünerek tatmin ediyor kendini. Bazısı ağaç, taş veya yol üzerinde bıraktığı bir iz ve işaretle avunuyor. Bazısı her fotoğraf karesinde görünmek istiyor.

Brooks was here, so was red
Bazıları bize gerici diyor. Fani dünya deyip miskin miskin yatmakla suçluyor. Ama Necmi İlgen Abi'nin dediği gibi biz ilericiyiz. İlerisini, ölümü ve ötesini düşünüyoruz. Bu dünyadan giderken arkada insanların hayrına bir eser bırakmak elbette övülen bir iş. Barbaros Paşa, bunu er kişinin yapacağı iş olarak tarif etmiş. Hatta daha insanın ebediyet arzusunun damarına da basarak "Esersiz kişinin yerinde yeller eser!" diye adeta tehdit etmiş:
"Er kişi odur ki dünyada koya bir eser,
Esersiz kişinin yerinde yeller eser!"
(Barbaros Paşa)
Şimdi insanların hayrına bir sadaka-i cariye bırakanın fani dünya demesiyle hayatını fotoğraf karelerinde boy göstermek peşinde zayi edenin dünya baki demesini siz kıyas edin.

İnsanı bu fani dünya tatmin etmediği için bazıları ebedi gençliğin formülünü estetik cerrahide arıyor. Bazısı ben ölsem devletim, o olmazsa ulusum, o da olmazsa insanlık devam eder diyor. Bazıları da insanlığın son bulacağını görüp en azından Güneş yanmaya devam ettikçe hayat tek hücreli canlılarla devam edecek diyor. Güneş sönse başka yerlerde başka yıldızlar var diyor. Ama entropi deyince, The Big Rip deyince inançsız bir kişinin tutunacak hiçbir dalı kalmıyor, bu dünya ona dar geliyor.

Risale-i Nur'un, bilimden bir şeyler öğrendikçe bazı meselelerini anlaması kolaylaşan bir eser olma özelliğini çok seviyorum. Belki daha önce defalarca okumuş olduğum şu iki cümleyi şimdi daha iyi anlıyorum:
Elbette gayet câmi' mahiyet-i insaniye, ebediyetle fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz'î cüz-ü ihtiyarî ve fakr-ı mutlak bir insana, âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medar-ı saadet ve lezzet, bir medar-ı istimdad, bir merci' ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve faidedir ki; onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur. (Şualar, s. 223)
Hem marifetten sonra sıra muhabbetten bahsetmeye gelmişken hem de insandaki daimî olan "aşk-ı beka"dan laf açılmışken sözü Bâki'nin gazellerinden iktibas ederek bitirmek yerindedir sanıyorum:
Zülf-i siyahı saye-i perr-i Hüma imiş
İklim-i hüsne anun içiün padişa imiş

Bir secde ile kıldı ruh-i aftabı zer
Hak-i cenab-ı dost aceb kimya imiş

Avazayi bu aleme Davud gibi sal
Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş

Görmez cihanı gözlerimiz yarı görmese
Mir'at-ı hüsni var ise alem-nüma imiş

Zülfün esiri Baki-i biçare dostum
Bir mübtela-yı bend-i kemendi bela imiş
Herkes dünyaya kendi penceresinden baktığından olacak, divan edebiyatında geçen aşk, şarap ve sevgili gibi kavramlar ahlâken yozlaşmış bir toplumda yazılış amacının tam tersine çalışıyor. Haliyle "Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş" sözünden de imanlı kimsenin anladığıyla imansız kimsenin anladığı bir olmayacak. Ama Bâki, "Erbab-ı zahir anlayamazlar muradumuz" diye erbab-ı zahire nota verip yapacağı tevriye sanatından geri kalmayacak:
Ferman-ı aşka can iledür inkiyadumuz
Hükm-i kazaya zerre kadar yok inadumuz

Baş eğmezüz edaniye dünya-yı dun içün
Allah'adur tevekülümüz i'timadumuz

Biz mükteka-yı zerkeş-i caha dayanmazuz
Hakk'un kemali lütfunadır istinadumuz

Zühd ü salaha eylemezüz iltica hele
Tutdı egerçi alem-i kevn-i fesadumuz

Meyden safa-yı batın-ı humdur garaz heman
Erbab-ı zahir anlayamazlar muradumuz

Minnet Huda'ya devlet-i dünya fena bulur
Baki kalur sahife-i alemde adumuz

Hiç yorum yok: