19 Ekim 2011 Çarşamba

Son Tarla Faresi

Tarla Faresi
Hikâye
Şehrin merkezine yakın bir yerde dört beş yıllık iki katlı müstakil bir ev. Evin arkasında bir salondan genişçe bir bahçe ve bahçede yazın son ürünlerini veren domates ve biber fideleri. Kenarda komşunun arsasını ayıran tel örgüye bitişik tahtadan yapılmış küçük bir kümes. Vakit öğleden sonra saat iki veya üç gibi kümeste bir hareketlenme. Avni’nin gelişini fark etmiştir tavuklar. Kapı açılır açılmaz kümesten ilk fırlayan tavuk olmak için üç tanesi kapının açılma hizasında bekliyor en uygun yeri arıyor. Bir tanesi onların arkasında, araya bir yere sıkışamamış. Kapı açılır açılmaz diğerlerinin üstünden atlayıp en öne geçmeyi planlıyor. Son bir tanesi ise hem siyah rengiyle hem de ağırbaşlı tavrıyla bu sarı tavukların gerisinde sadece bekliyor.

Nihayet Avni kümes kapısını açtı ve tavuklar sabahtan beri özlemini çektikleri toprak ve çimenlerine kavuştu. Avni eğilmiş, kümes kapısının önünde kümesin içine göz gezdiriyor. Kapının hemen sağında sağ duvara bitişik yumurta sandığı, biraz yukarıda duvara asılı kırmızı bir tül, karşıda ancak dört tavuğun sığabileceği kadar geniş tüneme yeri, sol kenar boyunca tel örgü pencere ve altında yemlik, kapının hemen solunda ise yarım kiloluk bir yoğurt kapında hayvanların içme suyu. Sandıktaki yumurtayı almalı, yemliğe buğday koymalı, suyu tazelemeli dedi Avni. Hayvan kısmı kümeste eşinip yine her yeri kirletmiş. Yeni buğday koymadan önce yemlikte birikmiş çerçöpü boşaltmak için ters çevirdi Avni. Yemliğin altında kanal gibi açılmış o çukur hâlâ yerinde duruyordu.

İlk defa ne zaman fark ettiğini hatırlamadığı bu çukura yine bir anlam verememişti. Yaptığı tahminler bir bir yanlış çıkıyordu. Toprak çöküntüsüdür, böcektir derken dün içine doldurduğu kelem saplarından bugün bir eser kalmadığını görünce iyice afalladı. Belki evdekiler temizlemiştir diye bıraktı öyle ve yemliği yerine koydu. Çeşmeden taze su getirip suyu tazeledi ve sandıktan yumurtayı aldı. Tavuklar yine içinde yumurtladığı sandığın kenar tahtasının üstünde tüneyip sandığa pislemiş. Hayvan kısmı akıl edemiyor olduğundan mı yoksa tüneyecek başka bir yer bulamadığından mı böyle davranıyor? Bu muammayı çözmek için tavuklara yeni bir tüneme yeri daha yapayım dedi Avni.

Hâlihazırdaki tüneme yerinden yumurta sandığına kadar kümesin sağ kenarı boyunca uzanacak bir tüneğin planını yaptı kafasında ve gerekli malzemeleri hazırladı. Tüneğin omurgasını oluşturacak çivi çakılabilir bir tahta, bir ucu önceki tüneğe binecek bu tahtanın diğer ucunun yaslanacağı bir kazık, evin eteklerini onarmak için çaktığı kalıplardan kalan paslı çiviler ve avucuna tam uyan bir kalker taşı. Önce kazığı toprağa çakacaktı sonra omurgayı da bu kazığa. Yarısını kapladığı bu daracık kümeste Avni çalışırken bazı tavuklar meraklı maymun gibi içeri giriyor ve taşın çıkardığı sesten ürküp çıkacak yer arıyorlardı. Taşın çıkardığı ses toprak üstündekileri böyle rahatsız ediyordu da ya toprak altındakini?

Olmuyor, eli yanaşmıyordu kazığı sandığın dibine çakarken. Sol eliyle sandığın ensiz kenarından tuttu ve taşı henüz bırakmadan da sağ elinin başparmağıyla uzun kenardan kavradı.  Nefesini tutup sandığı kaldırırken dengesini kaybetmemek için de ağırlığını arkaya veriyordu. Bir hamlede bir kulaç kenara, kapının tam orta hizasına, koydu. Sonra başını çakmaya çalıştığı kazığa çevirirken sandığın yerinde hiç ummadığı bir görüntüyle karşılaştı. Bir an duraksadı ve hayallerini dağıtıp olayı anlamaya çalıştı.

Kümesin herhangi bir yeri gibi düz toprak bir zemin değildi sandığın altı. Başka bir dünya başka bir habitat gizliydi. Meğer kümes altıncı bir hayvanı daha barındırıyormuş. Kopardığı üzüm salkımını birbirine kavuşturduğu iki avucuna yerleştirip salkımın ne kadar büyük olduğunu göstermeye çalışan mutlu bir çiftçinin bu iki avucuna ancak sığabilecek büyüklükte bir hayvandı o. Kafasını kümes duvarının altına sokmuş, gövdesi meydanda kaçmaya hazır bir vaziyette bekliyor.

Hayır, aklının ucundan bile geçmemişti Avni’nin böyle bir manzarayla karşılaşacağı. Elindeki taşı belki üşendiği için bırakmamıştı sandığı çekerken. Hatta unutmuş gitmiş, hayvanı izliyordu. Açık kahverengi ile siyah arasındaki tonlarda kısa tüylerle kaplı bu iri gövde saniyede birkaç defa nefes alarak sanki hayata tutunmaya çalışıyordu. Yoksa korkmuş muydu? Yakalanabilir miydi? Elle tutulsa? Dokunmak mı? Bir taş? Ama kuyruğu görünmüyor? Ya yırtarsa? Öldürsem? Öldürmek mi? Bu canlı cisim kendini bir adım geriye çekip kafasını meydana çıkardı ve beni öldürecek misin dercesine Avni’ye baktı.

Sonbahar mevsimi, Ekim ayının başı. Havalar soğuyor, etrafta kış hazırlığı. Çulsuz tavuklar yeni tüy çıkarıyor. Çiçekler baharda görüşmek üzere dercesine tohumlarını toprağa bırakıyor. Karnında stok yapmış bir hayvan kışı geçirecek bir yer arıyor. Toprak olacak ama hem çökmeyecek hem ıslanmayacak. Şehirde böyle bir yer bulmak ne mümkün. Her yer ya asfalt ya beton, nadiren üstü açık bahçe bostan. Ve sonunda toprak üstüne inşa edilmiş bir kümes. Gidip keşfetmeli.

Tavukların gagalarıyla eşelerken yemlik ile duvar arasına kaçırdıkları kupkuru buğdaylar bir yandan topraktaki nemi çektikçe şişiyor ve sonunda patlayıp filizlenmeye başlıyor, diğer yandan bu nemlenme ile buğdayın kokusu toprağa yayılıyordu. Kümesin yanına vardığında onun da burnuna geldi bu koku. Kokunun en yoğun olduğu yerde kümesin duvarının dibini oydu ve içeri girdi. Yemliğin altında büyük bir ustalıkla kanal açarak ilerlerken yukarıdan toprakla beraber dökülen buğday tanelerini bulup midesine indirdi. Uzun ama altına yuva yapılamayacak kadar da dar olan bu yemliğin sonuna varınca duvarın altını başka bir yerden oyarak dışarı çıktı.

Keşif bitmemişti. Kümesin etrafında birkaç tur attıktan sonra uygun gördüğü bir noktadan tekrar kümesin altına doğru kazdı. Bu sefer komşunun arsasından tel örgünün altından sık otların dibinden içeri girdi. Dört ayak üstüne düşmüştü. Toprağın sıcaklığından üstünde yüksekçe bir cismin olduğunu anladı. Bu şey her ne ise altına yuva yapılabilecek kadar genişti de. Buranın güvenli bir yer olduğuna emin olmak için birkaç gün kümesin etrafını kolaçan etti. Yemliğin altına açtığı kanalda kelem sapları bulmasının dışında her şey normaldi. Kışı geçirmek için daha uygun bir yer olamazdı.

Sandığın altına önce geniş bir salon, sonra en iç tarafa otları taşıyıp kendine bir yatak hazırladı. Yarısı bitmişti, yarısını da dinlendikten sonra yapacaktı. Bir gürültüyle uyandı. Yattığı yer sallanıyor, tavandan tozlar dökülüyordu. Hemen fırlayıp dışarı kaçmaya yeltendi. Duvarın altından başını çıkarınca durdu. Kaçmalı mıydı? Bu yuva? Başka yer var mı? Bulunur. Vakit var mı? Yağmurlar geliyor. Burası çok mu güvenli? Gürültü kesildi. Rüzgâr mı esiyor? Ne alakası var? Arkadan ışık geliyor sanki. Nasıl olabilir? Geri dönüp bakmalı mı? Kaçıp gitmek. Bu yuva? Bir adım geri gelip kafasını duvarın altından çıkardı. Tavan nerde? Sen… Beni öldürecek misin?

Masumane bir bakışla Avni’ye bakan bu hayvan sanki bir cevap bekliyordu. Avni elindeki taşı ona atmayı düşündü. Bu taş öldürmez ancak süründürür diye vazgeçti. Hemen kazığı söküp karnını sıkıştırmayı ve kümesin dışında alıp o anda bulacağı değişik aletlerle öldürmeyi düşündü. Hayvan büyüktü. Öldürmek için sopayla vurmak, taşla ezmek gerekecekti defalarca. Bir hamleyle ölmeyecek, her hal û kârda can çekişecekti. Acıdı. Ne sinek gibi ucuz ne lağım faresi gibi çirkindi. Simsiyah gözleri olan bu canlıyı öldürmek zorunda mıydı? Işığı alan tarla faresi “ama” demeye fırsat bırakmadan kümes duvarının altından kaçıp gitti.

Akşam vakti, yemek sofrası. Avni, anne ve babasıyla beraber. Avni kümeste altıncı bir hayvanları olduğu haberini verdi. Fare gibi bir şey sandığın altına yerleşmiş, yemliğin altını da o kazıyor olmalı dedi. Annesi bir telaşla ars olmasın dedi. Değildi. Şöyle iki avuca sığacak büyüklükte tombalak bir şey. Sansardır belki dedi babası. Annesi kümesteki kırmızı tülü ars gelmesin diye bağladığını söyledi. Avni güldü, annesinin tavuklara süs olsun diye taktığını düşünmüştü hep. Kuyruğu tüylü müydü? Kuyruğunu görmedi Avni ama onun ars veya sansar olmadığına emindi.

Bir zaman yirmi civarında yumurta civcivi almışlardı. Birkaç ayda büyüyüp kanatlanan bu civcivler kutuya ve kümese sığmayınca köye götürülmüştü. Ancak köyde yerleştikleri yeni kümeslerinde ilk gecelerini geçiremeden buharlaşmışlardı. İki yıl sonra köyde ahşap bir inek damını yıkarken kütüklerin arasından çıkmıştı bu buharlaşan civcivlerin bacakları. Tüylerinden hâlâ eser yok. Ars denilen hayvan böyle korkulu rüyaydı. Kimine göre zifiri karanlıkta gözlerinden çıkan ışık tavuğu bayıltır, kimine göre arsın giremediği kümes olmazdı. Arsın kırmızı tüle gelmemesi bir söylenti bile olsa dikkate alınmaya değerdi.

Sabah vakti Avni’nin babası kümese bakmaya gitti. O şeyi ben de gördüm dedi ama dışarı çıkmaya çalışan tavuklarla uğraşırken ne olduğunu seçemedim. Tekrar gelip yerleşmesin diye sandığın altına taş koydum ama sandık tam oturmadı dedi. Avni de oturduğu yerde oturamadı. Tam oturmayan sandığın altındaki şeyi tavuklar görür de korkar diye kendisi taş döşemeye gitti. Bütün çukuru avucu büyüklüğündeki taşlarla örttü ama hayvanın kuş yuvası gibi duran yatağını bozmaya kıyamayıp bıraktı.

Kaç gün geçti. Tavanının uçup durmasına, yuvasının taş doldurulmasına rağmen hayvan yine geliyordu. Evdekiler zehirli buğday vermekte ısrarlıydılar. Hayvanın ne yapacağı ne zarar vereceği belli olmazdı. Tarla faresi bağa bostana düşmandı ama bu kış kümeste dursa. Kalmakta ısrar ettiğine göre gidecek bir yeri olmamalı. Yufka yürekliliği tuttu Avni’nin ama annesinin köyden getirdiği zehirli buğdayları yuvasına koymaya razı oldu. Avni buğdayı koydu ama mahallede de bunun lafı oldu. Söylentilere göre böyle şeyler zehirli buğday ile ölmezmiş. Doğru gibi. Hayvan buğdayları yemiş ama iki gündür hâlâ gelip gidiyor.

Havalar soğudu, yağmurlar yağmaya başladı. Avni’nin içi buruk, ne yapsak şu hayvanı diyor. Dursa bir dert, fare kapanı kursan da öldürsen bir dert, kuvvetli bir zehirle öldürsen başka bir dert. Yağmur biraz dinince tavukları bahçeye salmaya gitti. Bugün gezmemişlerdi. Tarla faresini de yakalayıp öldürmeden uzaklara götürmenin planlarını yapıyordu. Kümes kapısı açılır açılmaz tavukların on metre engelli yarışı başladı her günkü gibi. Yağmur çamur demeden ölüp giden toprakta hayat dolu bir şeyler arıyorlardı.

Yaptığı bir planı test etmek isteyen Avni eline aldığı bir tahtayı yumurta sandığı ile duvarın arasına farenin kaçıp durduğu yere indirdi. Dışarı kaçması önlenirse içerde yakalaması kolay olacaktı. Yavaşça sandığı kaldırdı. Ama ne ses soluk ne de bir kıpırdanma var. Bugün gelmedi mi yoksa? Gelmiş, ama… Kafasını yatağına sokuşturmuş, gövdesi de itip kendine yol açtığı taşların arasında. Üstünde yorgan gibi duran birkaç seyrek ot. Kıpırdamıyor. Ölmüş müydü yoksa uyuyor muydu? Dürtmekten çekindi Avni, uyuyorsa uyandırmayayım dedi. Hem ölse kokardı hem yavaş yavaş da olsa gövdesi inip şişiyor, nefes alıyor gibi. Gerçekten nefes mi alıyor yoksa Avni’ye mi öyle geliyor? Bir de kendi nefesini tutup kıpırdamadan bakmaya çalıştı. Bir türlü karar veremedi daha dün kaçıp giden şu cisim nefes alıyor mu almıyor mu?

Hiç yorum yok: