15 Haziran 2010 Salı

Vasıtaların Gayeyi İşgali

Bazen araçlar üzerinde o kadar yoğunlaşılır ki amacı kaybettiğimizin farkında bile olmayız. “Mnemonics” ile ezberleme tekniği gibi. Sınavda akla gelmesi için İç Anadolu Bölgesi’ndeki göllerin baş harflerinden anlamlı bir kelime çıkarırız. Hep o kelimeyi tekrar ederiz, onu ezberlemeye çalışırız. Sonra o kelime aklımıza gelir ama biz o kelimeden göllerin isimlerini çıkaramadığımızı sınavda anlarız. Ders anlatırken verdiğimiz örnekler dersi daha açık hale getirmekten ziyade öğrencilerin kafalarını daha da karıştırabilir. Siz o örneği terk edip konuya döndüğünüzde öğrenciler hala o örnekte takılıp kalmış olabilir. O örneği ezberleyip sınavda onu soracağınızı umabilirler.

Bazen ÖSS gibi bir ölçme aracı amaç haline gelip öğrenciler, veliler ve okul idarecileri öğretmenlerden öğrencileri bu sınava hazırlamalarını isteyebilir. Öğretmenler de konuları öğretmekten çok sınavda nasıl başarılı olabileceklerini göstermeye başlayabilir. Sonra yardımcı ders kitapları da artık bu yeni amaca göre hazırlanmaya başlayabilir.

Bazen amaçlar unutulunca araçlar amaç olur. Şöyle bir fıkra anlatılır:
Devlet bir gün geniş ve boş bir araziye geceleri göz kulak olacak bir bekçi işe almaya karar verir. Bir süre sonra düşünülür;
“Peki, talimatlar olmadan bekçi işini nasıl yapacak?”
Bir planlama birimi kurulur ve planlamayı yapmak üzere iki kişi işe alınır. Bir süre sonra;
“İşleri yapıp yapmadıklarını nasıl kontrol edeceğiz?” diye düşünülerek iki denetmen işe alınır. Biri denetim yapmakta diğeri raporları yazmaktadır. Bir süre sonra;
“Bunların maaşları hesaplanıp nasıl ödenecek?” diye tartışılır ve bir muhasebeci şefi, bir kâtip, bir de istatikçi işe alınır. Gene bir süre sonra;
“Peki, bunlardan kim sorumlu olacak?” denilir ve bir müdür ve iki de müdür yardımcısı işe alınır. Bir süre sonra ise,
Ülkede ekonomik kriz çıkar ve bütçedeki masrafları kısmak için bekçi işten çıkartılır...
Bazen iyi bir amaca ulaşmak için giriştiğimiz yolların kendileri amaç haline geliveriyor ve bu yollarla ziyade iştigal bizi asıl amaçtan daha da uzaklaştırabiliyor. İyi bir niyetle namaz hakkında atıp tutanlara kimler ne cevap vermiş derken namaza gereken ehemmiyeti veremeyebiliyoruz. “Risale Okumaları 4” kitabının “Öncelikler” başlıklı makalesinde Metin Karabaşoğlu diyor ki:
Âfakla ziyade iştigalin, velev İslâmî ve imanî bir hamiyetle de olsa, kendi iç âlemimizde bir daralma ve zayıflama sonucunu getirdiğini; bunun ise bizi âfâkî hadisatın tazyikatından daha rahat etkilenebilir, âfâktaki bozucu etkilerin taşıdığı marazlara daha kolay yakalanabilir hale getirdiğini hepimiz bilfiil tecrübe etmişizdir. Bu süreçte, farkına bile varmadan içine girdiğimiz bir kısırdöngü sözkonusudur esasında.

Biraz daha açacak olursak, yaşadığımız bu kısırdöngü şu şekilde cereyan ediyor: Hayatın normal akışı içinde neye ne kadar yer vereceğimizi tesbit edip bir ‘denge’ye kavuşmuşuz ve o denge üzere her şeye kameti kıymetince değer vererek yaşayıp gidiyoruz. Derken, dış dünyada daha önce kestiremediğimiz bazı olaylar vuku buluyor. Bu olaylar, hele ucu İslam’ın fütuhatına veya İslâm’a hücuma dokunuyor ise, merak dikkatimizi ziyadesiyle celbediyor. Böylece, baştaki denge hali elimizden kayıp gidiyor. Dış dünya ile, daha önce ilgili olmadığımız derecede ilgilenir hale geliyoruz. Bu ise, iç âlemimize olan dikkat ve ihtimama bedel gerçekleşiyor. İç âlemimiz bozulunca da, dış âlemdeki hadisat, bizim gerçekleşeceğini umduğumuz şekilde gerçekleşmiyor.
Bazen iyi yollara tutunuyoruz ama amacımızı tam bilemiyoruz. O zaman amacı o yol sanıyoruz. Okuduğumuz kitaplar bu şekilde hayata geçmeyen bilgiler olarak kalabiliyor. “Kur’an-ı Kerîm’i Nasıl Anlamalıyız?” kitabının 36. sayfasında Taha Hoca diyor ki;
Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” Daha sonra Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerini şöyle tamamlıyor: “Şimdi size uyguladığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şey göstereyim mi? Aranızda selamı yayın.”

Bu hadis-i şerifi birçoğumuz okumuşuzdur. Ama okumalarımız genellikle yoğun ve hızlı olduğundan oturup üzerinde düşünmek, hadisin işaret ettiği uygulamayı hayatımıza taşıma kararı almak gibi istifadeler sağlamamıştır. Bir gün belki Riyazu’s-Salihin’i açıp 20-30 sayfa okumuş, o sırada bu hadisi de görmüş belleğimize geçmişizdir. Hadis kültürümüz zenginleşmiştir; ama Müslüman şahsiyetimiz bundan pek nasiplenememiştir. Ertesi gün sokağa çıkmış, karşılaştığımız insanlara yine selam vermeden geçip gitmişizdir.
Bazı yolların asıl amacını hiç bilemeyebiliyor, bilsek de işimize gelmediğinden ilgilenmeyip görmezden gelebiliyoruz. O yol bizim amacımız oluveriyor. Bilimin asıl amacını öğrenmeyip kuru bilim öğrenmeyi veya Feynman’ın önerdiği gibi sebep sonuç ilişkileri içinde boğulmayı amaç edinebiliyoruz. İslâm’ın İnanç Esasları kitabının 37-38. sayfalarında diyor ki:
İnsanoğlu evrendeki bu tabii sistemi keşfettikçe Allah'ın varlığına delil bulmuş olur. Moleküler biyoloji, genetik mühendisliği, hücre biyolojisi, astrofizik, astronomi, fizik ve kimya gibi bilimler, Kur'an'ın beyanları ile âhenk içinde Allah'ın kudret, irade ve yaratıcılığını bildiren örneklerle doludur. İmam Gazzâlî'ye göre ilâhî hikmet, âlemdeki sebeplilik, düzenlilik ve gayeliliğin ilkesidir. Dolayısıyla sebeplerin sebebi olan Allah, mutlak hakîm yani hikmetle hükmedicidir. Söz gelimi gece ile gündüzün, güneş ile ayın hareketlerini, dört mevsimin oluşumunu, hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıkları, rüzgâr, yağmur, ırmak ve denizleri düşündüğümüzde, bunların hepsinin belli hikmetlere göre ve bir düzen içinde varlık sahnesine çıktıklarını görür, bazen âhenk ve gayeliliği canlıların organlarında, bu organların onların yaşayışına getirdiği katkıda müşahede edebiliriz. İmtihanın sırrı da imanın önüne engel olan bu mâniaları aşarak ona ulaşmada yatmaktadır. Nefislerinin ve şeytanın telkin ve vesveselerine kulak vermeyerek fıtrat-ı selîmesinin ve vicdanının sesini dinleyenler, imana vâsıl olarak imtihanı başarmakta, engellere takılanlar ise yarı yolda kalmaktadırlar.
“Kalbin Diriltilişi” kitabının 32. sayfasında İsmail Çetin Hoca da benzer şey söylüyor:
İlim sadece bilmek değildir. İlim, aslî maksada yani İslam’a iletiyorsa ilimdir. Allah’ın ve kulların haklarına tecavüz olmaksızın maksad = amaçlara insanı ulaştıran ilim, hakîkî ilimdir. Muteber ilim de budur.
Bediüzzaman Said Nursi, onikinci sözde konuyla alakalı güzel bir örnek veriyor:
Sonra o Hakim, şu musanna ve murassa Kur'an'ı bir ecnebi feylesofa ve bir Müslüman alime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükafat için emretti ki, "Her biriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız. Evvela o feylesof, sonra o alim ona dair bir kitap te'lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hasiyetlerinden, tarifatından bahseder; manasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi adam Arabi hattı okumayı hiç bilmez. Hatta o müzeyyen Kur'an'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lakin, çendan, Arabi bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. işte o adam, bu sanatlara göre eserini yazdı.

Ama Müslüman alim ise ona baktığı vakit anladı ki, o Kitab-i Mübin'dir, Kur'an-ı Hakim'dir. İşte bu hakperest zat ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerden daha ali, daha gali, daha latif, daha şerif, daha nafi, daha cami. Çünkü nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i gerif yazdı. Sonra ikisi eserlerini götürüp o Hakim-i Zişan'a takdim ettiler. O Hakim, evvela feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış; fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış, hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü o menba-ı hakaik olan Kur'an'ı manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan o Hakim-i Hakim dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

Sonra öteki müdakkik hakperest, müdakkik eserine baktı, gördü ki: Gayet güzel ve nafi bir tefsir ve gayet hakimane, mürgidane bir te'liftir.
Araçların amaçları işgal ettiği çok alan var. Tıkanıp kaldığımızda amaçları ve araçları tekrar gözden geçirmemiz gerek. Asıl amacı aklımızdan hiç çıkarmasak da tıkanıp kalmasak diye bizi amaçlardan saptıran şeyin ne olduğunu düşündüm bir ara. Dünyanın meşgalesiymiş meğer. İmam Gazâlî’nin Kimyâ-yı Saâdet kitabında şöyle yazıyor:
Dünyanın aslı; yemek, elbise ve mesken olduğu gibi, insan için zaruri olan san´at da üçtür: Ziraatçılık, dokumacılık ve marangozluk. Fakat bunların da kolları vardır. Bazıları ona hazırlık içindir. Pamuk döven ve iplik büken, dokumacının işini yapıyor. Bazısı da bunu tamamlar, terzi gibi ki, dokumacının işini tamamlıyor. Bunların hepsi için âletlere ihtiyaç vardır. Bunlar da odun, demir, deri ve bunun gibi şeylerdir. Böylece demircilik, marangozluk ve dericilik san´atları meydana geldi. Bunların hepsi meydana gelince birbirlerine yardım etmeye muhtaç olurlar. Çünkü herkes, kendinin bütün işlerini yapamaz. Böylece terzi, dokumacının ve demircinin işini, demirci de, diğer ikisinin işini yapmak için bir araya geldiler. Bu şekilde her biri ayrı iş yaptılar. Bu yüzden aralarında bazı şeyler meydana geldi, birbirlerine düşman olmaya başladılar. Çünkü her biri kendi hakkına razı olmadı ve diğerinin hakkına geçmek istedi. Böyle san´atlardan üç çeşide daha ihtiyaç oldu. Biri, saltanat ve siyaset [idare], diğeri kadılık ve hâkimlik, diğeri de insanlar arasında onunla kanun teşrii yapılan fıkıh san´atlarıdır. Her ne kadar bunların çoğunun el ile alâkası yoksa da, her biri birer san´attır.

İşte bu sebeple, dünya meşgalesi çoğaldı ve karıştı. İnsanlar onun arasında kendilerini kaybettiler ve başlangıçta bunların esasının üç şey olduğunu anlayamadılar. Bütün bunlar yemek, giymek ve mesken içindir. Bu üç şey de beden için lâzımdır. Beden de kalb için lâzımdır. Onu taşımaktadır. Kalb de Allahü Teâlâ için [O´nu bilmek için] lâzımdır. O hâlde kendini ve Allahü Teâlâ´yı unutanlar; kendini, Kabe´yi ve seferi unutup bütün zamanını deveye bakmaya veren hac yolcusuna benzerler.

Demek ki, dünya ve hakikati bu anlattıklarımızdır. Her kim onda sefere hazırlanmaz, işini bitirmez, gözünü âhirete çevirmez ve dünya meşgalesini ihtiyacından fazla tutarsa, dünyayı tanımamış olur. Bunun sebebi cahilliktir. Bahusus Peygamber Efendimiz buyurdu: “Dünya, Hârut ve Mâruttan daha büyük büyücüdür. Ondan kaçınız.”. Dünya böyle bir büyücü olunca, onun hile ve aldatmalarını ve onun işlerinin neye benzediğini insanlara açıklamak farz olur. Şimdi dünyanın neye benzediğini dinle!
Birbirinin hakkına geçmenin hayat standardı ve pazarlamanın olmazsa olmazı olduğu, yaldızlı teknolojik oyuncakların her yerde insanları oyaladığı, zamanın düşünmeye fırsat bırakmayacak kadar hızlı aktığı şu modern dünyada hedefimizi belki her gün gözden geçirmemiz gerek. “Eyvah! Aldandık!” diye inleme cesaretini taşıyan arkadaşların yanında dolaşmak gerek belki amacımızı unutmamak için. Birbirine hakkı tavisye edip birbirinin nasihatini dinlemek gerek.

2 yorum:

62dentavsan dedi ki...

Merhaba Cihan;

http://yeryuzumirascilari.com/forum/index.php istersen buraya bir goz at, bize katilip yazmak ve fikirlerini paylasmak istersen cok sevinirim. Basta bu olmak uzere bloglarini ilgiyle takib edecegim.

gorusmek dilegiyle:)

cihan dedi ki...

Teşekkür ederim. Foruma gözattım ve üye oldum. Beklemediğim kadar güzelmiş, sevindim doğrusu. Fırsat buldukça ziyaret edeceğim.