15 Haziran 2010 Salı

Bir İstanbul Seyr-ü Seyahati

Hisarüstü’nden Bebek sahiline bizim okulun içinden geçerek ve fotoğraf çekinerek indik. Sonra Bebek iskelesine yürürken Şükrü'yü Çengelköy vapuruna yetişebileceğine ikna etmeye çalıştık. İkna olmadı, Eminönü'nde bize katılmaya karar verdi. Biz de Bebekliler Derneği'nin pankartları arasından geçip iskeleyi bulduk. Bir yanda tadilat bir yanda şenlik hazırlıkları vardı.

Bindiğimiz vapur önce Arnavutköy'e uğradı. Arnavutköy'ün sahilindeki hep dibinden gördüğüm binalar karşısından bakınca daha güzelmiş. Birkaç fotoğraf onlardan birkaç fotoğraf da motorun köpürterek beyazlattığı kaynayan sudan çektik. Birkaç durak daha gittiydik. Ahmet'le ben hala fotoğraf çekmekle oyalanıyorduk ki bir adam "son durak" diye bize seslendi. Vapurun ön tarafına doğru giderken “Samet nerde?”, “Çengelköy’e gelmeden nasıl son durak olur?” gibi sorular soruyordum kendi kendime. Meğer Samet inmiş aşağıdan bize bakıyormuş. Çengelköy’e gelmişiz.

İlk defa adımımı bastığım Çengelköy İskelesi çok güzel bir yere yapılmış. Beyaz boyalı bu şirin binadan çıkıp karayoluna varmak için bir arabanın zor sığacağı genişlikte ve bir ev için uzun iki ev için kısa uzunlukta iki ahşap bina arası bir yoldan geçip gitmemiz gerekiyordu. Bu yolun ucunda bulunan üzüm yaprakları sanki iskeleyi ve önündeki bu kimilerine göre çıkmaz olan sokağı dışarıdan saklıyordu.

Yukarıdaki ağaçların arasından sızıp bu evlerin duvarlarına düşen güneş ışığından oluşan desen ağaçların sallanmasıyla dalgalanıyor ve beyaz boyalı ahşap duvarların kenarlarında ve evlerin pencere önlerinde bulunan saksılardaki kırmızı çiçeklerle beraber çok güzel bir görüntü oluşturuyordu. Bu güzel sokakta da birkaç fotoğraf çekmeden geçemedik. Fotoğraf çekerken bir evin yanına fazla yaklaştığımız esnada içerden bir çocuğun bağırdığını bir kadının ona kızdığını duyunca bu güzel evlerde insanların yaşadığı aklıma yeni gelmişti. İnsanların mahremiyetini işgal etmemek için çok durmadan o sokaktan çıktık.

Sokağın tam karşısında otobüs durağı bizi bekliyordu. Çok geçmeden bizi Kanlıca’ya götürecek otobüs geldi. Kuzeye doğru epey yol gittik. Samet’in yürüyerek gidersek yoruluruz dediği yol epey uzun olacak ki ben otobüste de yoruldum. Yol uzun olmasına rağmen çok güzeldi. Bir gün hususen bu yolda yürümek için Anadolu yakasına geçmek lazım olduğu kanaatine vardım. Kanlıca’da inip üzerine pudra şekeri döktürdüğümüz taze yoğurdumuzu aldık ve yemek için sahile yanaştık. Ancak bir yer bulup oturana kadar siyah pantolonum rüzgârda dağılan pudra şekerinden alacalı pantolon oldu. Neyse ki pudra şekeri su ile silinince kolayca çıkıyormuş. Biraz sahilde oturup geçen gemileri ve iskelenin çatısına çıkıp inen güvercinleri seyrettik. Cuma vakti yaklaşınca Kanlıca İskelesi’nin tam önünde film çeken stresli insanların arasından geçip otobüs durağına gittik.

Sıcağın bağrındaki otobüs durağından otobüse binip Kanlıca’ya geldiğimiz yerlerden tekrar geçerek Samet’in Selim İleri’nin sevdiği bir yer olduğunu söylediği Vaniköy’e Cuma namazı kılmaya gittik. Meğer Vaniköy de Kanlıca’ya giderken önünden geçip gittiğimiz yerlerdenmiş. Cami Vaniköy durağının hemen arkasında sahilin yanıbaşındaydı. Birkaç fotoğraf daha çekip abdest aldık ve camiye girdik. İstanbul’daki camilerde cuma namazı öncesi vaazları hep cami imamından dinlerken burada radyodan dinledik.

Camiden çıkınca da boğaz manzaralı profil fotoğrafları çektik. Vaniköy’den ayrılmadan Ahmet’le Samet’in aklına caminin arka kısmında bira kapağına gömülmüş iki tane dinleme cihazıyla unutulmuş gibi görünen su şişesi buldukları geldi. İmam efendiye söylemeye gittiğimizde herkesin dağılmış ve cami kapısının kilitlenmiş olduğunu gördük. Vaniköy’ü kendi sessizliğine bırakıp otobüs durağına giderken klimalı bir otobüsü kaçırdık. Sonra gelen kırmızı otobüse de çok kalabalık olduğundan binmedik. Biraz uzun bir bekleyişin ardından gelen ilk otobüse Üsküdar otobüsü diye bindik. Uzunca bir yol gittikten sonra Üsküdar – Kadıköy sapağından Kadıköy tarafına dönünce bindiğimiz otobüsün Kadıköy otobüsü olduğunu anlamış olduk. Bu vesileyle ben de beş yıldır okuduğum İstanbul’da ilk defa Kadıköy’e gitmiş oldum.

Kadıköy'de otobüsten indikten sonra Ahmet’le Samet’in bana Kadıköy’ü boğasıyla, meydanıyla, sahaflar çarşısıyla, Haydarpaşa Garı'yla, iskelesiyle tanıtmalarıyla iskeleye yürüdük. Dalgalarla sallanan bir platformun üzerindeki iskelenin turnikelerinden akbilimizi basıp geçtik. Eminönü vapuruna binip dalgakıranı, yunusları, deniz seviyesinde uçan kuşları, Sultanahmet’i ve tepsi tepsi giden portakal sularını seyrederek yirmi dakika yüzmüşüz. Bu vapur hattının on dakikalık Üsküdar – Beşiktaş hattı gibi kısa olmadığını bilseydim yorgun halimle beşik gibi sallanan bu vapurda Ahmet gibi ben de uyurdum.

Vardık varacağız derken Eminönü’ne gelmişiz. Limandan otobüs duraklarına yürürken işittiğimiz boğaz gezisi için yolcu toplamaya çalışan bir elemanın kalitesiz bir hoparlörle yaptığı anonslar biz durağa yaklaştıkça boğuklaşıyordu. Duraklara vardığımızda bu anons diğer boğuk seslerin ve otobüs gürültülerinin çıkardığı seslerin arasında kayboldu. Gürültüsüz bir anı yakalayıp Şükrü’yü aradık ve onu da alıp bir Unkapanı otobüsüne bindik. Kısa bir süre sonra da ineceğimiz durağa vardık.

Unkapanı’nda su kemeriyle Haliç arasındaki mesafenin tam ortasında otobüsten inip vakıf ve esnaf lokantalarının bulunduğu sokağa girdik. Ahmet bizi daha önce büryan isimli kuzu kebabı yediği bir Siirt lokantasına götürdü. Sofraya oturduğumuzda bizi üç büyük tabak ikramla karşıladılar: çiğ köfte, salata, acısız ezme. Kaşarlı pidenin beş lira olan fiyatına sevinirken yumurtalı mı olsun diye sormaları beni ziyadesiyle memnun etti. Yemekten sonra çayımızı içip kalktık.

Canlı arılarla dekore edilmiş Balcı Hüsnü’den fıstık alıp oralarda dolaşmaya başladık. Geçerken Zeyrekhane tabelaları görüp takip ettik. Yol bir kilise mi yoksa bir cami mi olduğunu anlayamadığım tadilat halindeki bir mabede çıktı. Buraya kadar gelmişken cumbalı ahşap evlerin önünde fotoğraf çektik. Kazım Karabekir’den satın alındığı iddia edilen satılık harap olmuş ahşap bir evin bulunduğu sokaktan girip şehrin curcunasından uzak ve içinde çocukların oyun oynadığı taş döşemeli sokakları gezdik. Boş bir arazide yün döven bir kadının çevresindeki ibiği yatık beyaz tavukları gördüğümde müzede dolaşıyoruz hissine kapıldım.

Bir harabenin sağlam kalan merdivenleri önünde birkaç fotoğraf çektikten sonra bu ayrık mekânı terk edip aşağıdaki caddeye indik. Muşambacıların bulunduğu alt geçitten geçerek bizi Taksim istikametine götürecek bir otobüse hareket halindeyken bindik. Taksim bayırında inip geniş caddenin dar kaldırımlarından Galata Kulesi’ne giden dar sokağa kadar indik. Bu dar sokakta fotoğraf çeke çeke Galata Kulesi’ne vardık. Bebek’te iskele önünde gördüğümde garip karşılamadığım konser hazırlıklarını tarih kokan bu sokaklarda görünce epey yadırgadım. Bu hazırlıkların bir tarafındaki günün şarabını tabelasına yazan bir şarapçı diğer tarafındaki çılgınlar gibi eğlenen bir grup genç bu tarihi dokunun eğlence mekânı olarak kullanıldığını hal diliyle söyleyince beni hayal kırıklığına uğrattı.

Galata Kulesi’nde turistlerin özel mercekli siyah makinelerine aldırış etmeden bizim gariban makineyle bir tur fotoğraf çektik. İki kişi genişliğindeki yürüme bandında yaşlı turistlerin Anadolu yakasına genç turistlerin Sultanahmet’e alıcı gözüyle bakarken ilerlemeyip veya kenara çekilmeyip ortada durmaları tıkanmaya sebep oluyordu. Bizden beş lira alınırken kendilerinden on lira alınmasının acısı çıkarıyorlardı belki de. Belki de boğaz ve haliç kavşağına bakan doğu tarafı hem kendileri bırakamayıp hem de bizim bırakıp gözleri kısan kaslara kramp sokan güneşin karşıdan vurduğu ve cephesinin karasal kısma baktığı batı tarafa gideceğimize ihtimal vermeyip rahatlarını bozmuyorlardı.

Galata Kulesi’nden indikten sonra Süleymaniye Camisi’nin arkasındaki Ağa Kapısı’na gitmek için Karaköy’deki tramvay durağına kadar yürüdük. Gelen ilk tramvay çok kalabalık olduğu halde bindik. Her durakta daha da kalabalıklaşan tramvaydan Beyazıt durağında güçlükle indik. İstanbul Üniversitesi’nin kapısının sol tarafındaki sokak boyunca Ahmet’in acaba başka bir yerde miydi Ağa Kapısı tereddütleriyle yürüdük. Tadilattaki Süleymaniye Camisi’nin bahçesine kurulmuş büyük çadırda ikindi namazını kıldık. Sonra sokağın ta bir ucuna bize buyurun demeye gelen garsona tok karnımızla aldırış etmeden iki buçuk liraya kuru fasulye veren lokantacıların önünden geçerek Süleymaniye Camisi’nin etrafını dolandık. Erkenden kepenklerini indirmiş toptancıların sokağının biraz aşağısında Ağa Kapısı’nı bulduk.

Siyah tabelaları ve loş ortamıyla kötü bir ilk izlenim bırakan Ağa Kapısı’nın güzel bir çayhane olduğunu merdiven girişindeki Şükrü’nün yıllar önce buraya gelip misafir defterine yazdığı bir yazıyı araması esnasında inceleme fırsatı bulduğumuz çeşitli bitkiler içeren kavanozlara ve üst katlara çıkınca gördüğüm güzel manzaralı pencerelerin önündeki masalarda yer alan menülerin türlü çaylarla donatılmış listesine bakınca anladım. Çayların üç veya dört lira olduğu bu mekânda Hisarüstü’ndeki simitçide iki liradan fazla fiyat ödemediğim büyük bir limonata bardağından çok daha ince olan bir bardağa beş lira ödemeye karnım yanıyordu. İçeceklerimizi içip, fotoğraflar çekip, kalan fıstıklarımızı yiyip ayrılma vakti gelince aşağıya indik.

Akbilsiz pasoya geçerken içinde para kalmış olmasın diye cebimdeki bozuklukların tamamı yerine iki lirasını Karaköy’de akbil dolumuna harcamama rağmen Ağa Kapısı’ndan çıkarken hala nasıl biriktiğini anlayamadığım cebimdeki dört buçuk lirayı Hisarüstü’ne taşımayıp buralarda bırakmanın yollarını arayarak Ahmet’ten elli kuruş alıp beş lira olarak limonatanın ücretini ödeme gibi planlar yaparken Şükrü’nün cömertlik edip hesabın tamamını ödemesi bizleri, en çok da beni, mahcup etti. Çıkışta geldiğimiz yoldan gelmekle aşağıya doğru yol bulunur diye inmek arasında tereddüt edip portakal tezgâhını eski bir binaya sokmaya çalışan bir adama yardım edip akabinde sorduk. Aşağıya doğru koyulduğumuz yolun çok çabuk Eminönü’ne çıktığını görünce Beyazıt’a tramvayla o kadar yol gittiğimiz ve tramvay durağından sonra epey yol yürüdüğümüz aklımıza geldi. Oyuncakçıların caddesinden sağa sapan merdivenli bir yoldan çok rahat gelebilirmiştik meğer.

Hisarüstü’ne gitmek için bineceğimiz 43R artık Eminönü’nden geçmediği için tramvay kullanmamız gerekti. Eminönü meydanına geldiğimiz zaman Galata Köprü’sünden yürüyerek geçip Karaköy’deki tramvay durağına gitmemin altgeçitten geçip Eminönü’ndeki tramvay durağına gitmekten daha yakın gibi geldiği bir esnada kendimizi köprünün üstünde bulduk. Sıra sıra dizilmiş balıkçıları izleyerek köprüyü geçerken birbirimize hikâyeler anlatıyorduk. Köprünün sonunda bir balıkçı martılara seslenip havaya kalem büyüklüğünde balık atıyor ve martıların onu havada yakalamasıyla seviniyordu. Balıkçılar pazarının üstünde de martılar dönüyor ve nasiplerini arıyordu.

Bu manzaraların seyrinden sonra tramvay durağına varıp tramvayı bekledik. Yorgun halde bindiğimiz tramvayda rahatlıkla oturacak bir yer bulabildik. Kabataş’a kadar fotoğrafımızı çektik. Son durakta inip hemen 43R'yi yakaladık. Bu otobüsü de beklememiş olmamız ve arkada dört kişilik yer bulabilmiş olmamız 43R’nin Eminönü’nde oyuncakçıların oradan geçtiğini yâd ettiğimiz günlerin hasretini giderdi. Galata Kulesi’nin yanındaki Beyoğlu Belediyesi’nin stantlarından aldığımız kitapçığı inceleyerek ve fotoğraf çekerek Beşiktaş bayırını nasıl çıktığımızı ve Etiler trafiğinden nasıl geçtiğimizi anlamadan Hisarüstü’ne vardık.

Hiç yorum yok: