17 Mart 2010 Çarşamba

Akis-i İfkah-ı Türki

Pazartesi günü bir arkadaşımla dersimizi aksatıp memur gibi giyinip staj yapacağımız okula gittik. Hiç ummadığım kolaylıklarla ve beklemediğim olaylarla karşılaştım. Konuştuğumuz her öğretmen ve her öğrenci beraber staj yapacağımız hocayı bulma konusunda bize umduğumdan daha çok yardımcı oldu. İlk derse girdiğim sınıfta eski bir öğrencim de varmış. Ben kalabalık sınıfta bir öğrenciyi farkedemesem de o sınıfa giren iki yabancıdan biri olan beni farketmiş.

Ben liseden mezun olalı beş sene olmuş. Bir çok eğitim dersi almışım. Derse ilk girdiğimde birbirinden ilginç öğretim metodları ve sınıf yönetim teknikleri göreceğimi ve bunları yazıp ödev sayfalarını dolduracağımı sanıyordum. Ders başladıktan sonra üniversitede öğrendiğim teoriler havada kaldı. Sınıf ortamı simulasyonlardan ve teorilerden çok farklı. Sınıfın bu beklenmedik yapısı lise yıllarımı aklıma geldi. Biz de böyleydik.

Ne beklemeliydim ki? Onlar da bizim gibi idealleri ÖSS'de veya SBS'de başarılı olmak olan öğrencilerdi. Sınıf ortamı da buna göre oluyordu. Kendi lise yıllarımın anılarıyla ortak özelliklerini yakaladığım bu sınıfı "image of teaching" açısından incelemek geldi aklıma. Ödevde yazamam belki ama bu blogda yazarım veya kendimde kalan bir inceleme olur dedim.

Sınıfa öğretmenle beraber ilk girişimizde sınıfı çok konuşur halde gördüm. Arkada bir sırada oturduğumuzda bizim arkamızdaki iki genç bizimle tokalaşmak istedi. Hangi okuldan geldiğimizi öğrendiklerinde bir uğultu yayıldı. Hoca bu sınıfı nasıl toğarlayacak, bu sınıf nasıl ders dinleyecek derken hoca dere başladı ve uğultu azaldı. Ders boyunca da öğrencilerin çok konuşmaktan, ayakta gezmekten, yaramazlık yapmaktan kasıtlarının hocayı kızdırmak olmadığını, bilakis hocalarını sevdiklerini ancak canlarının sıkıldığını ve yaptıklarında bir saygısıszlık görmediklerini sezdim.

Ders yazmaya yönelikti. Hoca önce başlık, sonra tanım, sonra örnek sorular yazdırıyordu. Soruyu çözen olup olmadığını soruyor ve cevapları alıyordu. Bazı öğrenciler gerçekten uğraşıyor, bazıları ise hangi ara yazdın da çözdün diyebileceğim bir ivedilikle cevabı kafadan atıyorlardı ve yarı yarıya tutturuyor veya çok yaklaşıyorlardı. Kolay sorularda öğretmen doğru cevabı alıp sözel olarak soruyu çözüyordu. Sınıf da bunu anlıyor gibi davranıyor, bu sözel çözümde hocaya eşlik ediyorlardı. Zor sorularda ise bir öğrenci tahtaya çağrılıyor, soruyu çözüyor, başkaları da çözümü görüyordu. Bir öğrenci soruyu çözemedi de sınıf tarafından ayıplandı. "Hocam, ben çözeyim" dediler.

Hoca yazdırırken çoğu öğrenci fısıldıyor başka işlerle uğraşıyordu. Herhalde çok hızlı yazarak veya yarım yamalak yazarak fısıldamaya vakit buluyorlardı. Hoca yazdırmayı bırakıp anlatmaya başlayınca herkes dinliyor, birkaç dakika sonra uğultu başlıyordu. Yazmaya tekrar başlanarak uğultu zamanında önlenmezse iyice büyüyüp önü alınamaz hale geliyordu. Hocanın sesi bu uğultudan daha fazla olduğunda ancak önü alınabiliyordu.

Çoğu öğrenci derste anlatılan konuları dershanede de görmüşlerdi. Hoca da dersanelerden şikayetçiydi. Öğrenciler bildikleri için çok da takmıyordu. Ama bazıları merak edip soruyorlardı. O zaman böyle olmaz mı hocam diyordu derse ilk girdiğimizde bizimle tokalaşmak isteyen iki öğrenci. Hiç ummuyordum dersi böyle takip edeceklerini. Demek ki sınavda çıkacağı için bilmediklerini öğrenmek istiyorlardı. Öğretmenleriyle bu kadar samimiyetlerine rağmen ne işimize yarayacak bunlar diye de kimse sormadı. Hoca da konu başında serilerin nerelerde kullanılacağından bahsetmedi.

Kısacası motivasyon sınavla, sınıf yönetimi yazdırmakla, öğrenme soru çözmeyle sağlanıyordu. Bizim lisedeki sınıfımız ve derslerimiz bundan farklı değildi. Staja giden başka arkadaşlara onların gözlemlerinin de böyle olup olmadığını sordum. Farklı olduğunu söylediler ancak anladığım kadarıyla temelden bir farklılık yoktu.

Hiç yorum yok: