Sessiz sakin birisi olduğumu söylüyorlar. Doğrudur. Ama bunun zühd ve takva ehli olmamdan dolayı olduğunu imrenerek ima ediyorlar. Hâlbuki ben kendimi öyle bilmiyorum. İnşallah bu güzel insanların yakıştırması benim hakkımda bir dua olur. Peki, neden çok konuşmuyorum? Fıtrat diyelim. Nasıl olur da bir insan pek konuşmaz? Konuşmaz işte. Nadir bulursunuz böylesini. Hatta ben böyle birini bulduğumda yanına yanaşırım. Sempati beslerim ona. Yıllar sonra bile karşılaşsak adını bilmiyor olsam bile onu gördüğüme çok sevinirim. Pek konuşkan değilim, yeni dostum hiç değil. Hani normalde insanlar çok konuşur çok sorar da ben de sadece onlara cevap vermekle yeterince konuşur gibi görünürüm. Peki iki kişi de çok susucu ise ne olur? Az konuşanların konuşmaları ayda yılda bir iki defa karşılaşıp öyle kem küm klişe hal hatır sorma merasimlerinden ibarettir. Hatta birbirlerine isimlerini de pek sormazlar. Birkaç defa sormuş unutmuşladır, daha da sormaya taaccüp ederler. İsim dediğin unutulmaz bir şey midir? Ahmet, Muhammed, Mehmet gibi çok kullanılan bir isim. Sanki bir kulağımızdan girmiş bir kulağımızdan çıkmış gibi. Adı sanı bilinmeyen herhangi bir mehmetçik gibi. "Pardon ismin neydi?" İşte böyle havadan sudan bir iki kem küm... Ama yine de kelimeler olmadan sanki yıllarca muhabbet etmiş gibidir bu iki kişi. Hatta muhabbetin koyuluğundan adlarını sormayı bile unutmuşlar sanki.
Ama konuşurum ben. En azından konuşmaya çalışırım. Bazen dudaklarım birbirine yapışır gibi olur. Sanki iki parmağa reçel bulaşmış gibi. Rahat konuşamam. Dudak harflerinde konuşmam bozulur. Bazen traş olunca veya soğuk vurunca veya sebepsiz olarak dudaklarım odun gibi olur, tam istediğim şekli hemen almayıverir. Eğri büğrü çıkar bazı kelimeler. Bazen sesimin tonu değişir, kafa şişirici bir perdeye çıkar. Yahut bana öyle gelir. Ben bile rahatsız olurum artık konuşmalarımdan ama son bir kez rahatsız etmeyecek eğlenceli veya kayda değer bir iki laf söylemek isterim. Ta ki kendisiyle konuşulmaz birisi olarak akıllarda kalmayayım. Bazen de çok detaylara inerim. Evet, konuşurum, konuşurum. Ama çok detaylı lüzumsuz bir şeyden konuşurum. Bana soru soranı sorduğuna pişman ederim belki. Hiç konuşmasam mı daha iyi? Evet, bazen bundan dolayı konuşmam. Kısa keserim lafımı. Laf uzarsa "mala bağlamak" durumuna misal olacağımı bilirim. Bazen dinlemeye odaklanamam. Adam anlatıp duruyor. Ben bir yandan dalmaya başlamışım. Bana ne Serkan'dan, attığı golden. Yahut nerede olduğunu tahayyül edemediğim Yapı Denetim'in yanındaki sokağın ilerisindeki bir dükkânın karşısındaki satılık pembe apartmandan. Anlayıp anlamadan "öyle mi, çok güzel..." diye lafı tıkamak kalır geriye ister istemez.
Neden böyleyim diye soruyorum bazen kendi kendime. Acaba gerçekten fıtrat mı demeliyim? Yoksa çok konuşmadığım için konuşmayı mı unutuyorum. Belki de konuşmayı öğrenmemişimdir en başından. Belki çocukluğumdan beri bir sebeple insanların yanına yanaşamamışımdır. Belki de insanlardan uzak bir yerde beni çeken bir şeyler vardır. Belki bir kenara çekilip kelimelerle ifade edemediğim, sorana açıklayamayacağım kadar derin bir şeylerle uğraşmaya başlamışımdır. Konuşan insan gördüğü, yaşadığı, ama daha çok uğraştığı şeyden konuşabildiğine göre, hakkında konuşamayacağı şeylerle uğraşan birinin söyleyecek bir sözü olmayacak. O kadar emek verdiği şey için "şu uğraştığın şeye bak" lafını işitmeye mi gitsin insanların yanına. Hayır, kendini ıvır zıvır gibi olan işlerine daha fazla verecek. Daha fazla uzaklaşacak insanlardan.
Mükemmeliyetçi bir tutum. İnsanların içinde büyümüş olsam da belki söyleyeceğim sözleri beğenmiyorumdur. Tam ağzımı açacakken lafımda bir kusur bulup vazgeçiyorumdur. Mükemmel olmayan sözlerin ağzımdan çıkmasından istiğna ediyorumdur. Belki öyle mi söylesem böyle mi diye meşgul olurken cümleyi toparlayamıyorumdur. Ya ben söyleyemeden laf değişiverir ya da ağzımdan yarım yamalak bir hezeyan çıkar.
Beyhudeci bir tutum. Belki lafın çok gereksiz olduğunu, orada söylenmeyeceğini düşünüp vazgeçiyor da olabilirim. Yahut neden konuşuyoruz ki. Bunların hepsi boş zaten ölüp gitmeyecek miyiz de diyebilirim. Bu konuşma kimsenin kemikleşmiş fikirlerini değiştirmeyecek zaten, herkes boşu boşuna çenesini yorduğuyla kırdığı kalple kalacak.
Garantici bir tutum. Ne kadar konuşursa insan o kadar yanlış söyler, o kadar zarara girer de diyebilirim. Yanlış yapmamak için değil söz söylemek, dışarı çıkıp yaşamaktan bile çekiniyorumdur belki de.
Miyopvari bir tutum. Konuştuğum zaman normal insanların konuştuğu mertebeden değil de daha yakın daha ince daha derin daha detaylı bir mertebeden konuşarak normal insanlarla frekansları tutturamadığım için susuyorumdur belki. Bir metal paranın kenarındaki tırtıkların üzerine yapılan uzun bir konuşma kaç kişiyi ilgilendirir değil mi?
Zorlamacı bir tutum. Belki de orijinal kayda değer bir fikir söyleyebilmek için çok uzak bağlantılar kurarak meseleye yabancı olan dinleyicinin frekansını yine tutturamamak problemini yaşıyorumdur. Sonra yaptığım o güzel ince espiriyi açıklamak veya açıklamaya fırsat bile bulamayarak "yine saçmaladı işte" gibi bir algı oluşturmak durumlarında kalmak rahatsız ediyordur beni. Evet, insanların arasında ama insanlardan uzak olarak yaşadığım için frekans, denge, balans ayarımı yapamıyorumdur. Bu iletişim sorunu yüzünden de insanların arasında bir yer bulup onların akışına ilhak olamıyorumdur.
Alıngan bir tutum. Belki de aldığım bir cevap içimde defalarca yankılanıp duruyordur. Acaba o kadar kötü mü söyledim o kadar kötü mü yaptım diye kendimi suçlayarak gözden ırak köşeme çekiliyorumdur. İçimde dolaşan bu yankı o sessiz sakin köşede fırtınalara inkılab ediyor da olabilir. Öbür yandan aynı rakik kalb, kırıcı olabilir diye pek çok sözü söylemekten vazgeçiyor da olabilir.
Böyle yerden yere de vururum kendimi. "İçime doğru suçluyum ben" diye de haykırabilirim. Belki tamamen bir hikâye yazmışımdır da yukarıdakiler bir kurgudan ibarettir. Sessiz sakin birisi olmanın yaşattığı ezikliği bir hikâye uydurarak, laf olsun torba dolsun misali bir şeyler sayıklamakla telafi ediyorumdur. Söyleyemiyorum diye yazıyorumdur. İnsan ne ile yazar diye soruyorumdur kendi kendime. Belki bunaltıcı bir sessizliği bozup haykırmak için yazmışımdır. Belki işte bu yüzden doğru söylemişimdir. Evet, doğrudur. Ben de kendimi yalancı bilmiyorum zaten. Ama kafa karıştıran iki soru var. Eğer çok söyleyemiyorsam nasıl bu kadar laf üretip yazabildim? Eğer çok söyleyebiliyorsam hangi motivasyonla böyle derin yazabildim?
3 yorum:
Merhaba, bu kadar güzel yazılarla devam ederken 2014 yılında blogda sessizlik hakim olmuş. Böyle içi dolan biri kendini ifade etmeden edemez eminim. Takip edebileceğimiz başka bir mecrada yazmakta mısınız yoksa sanat mı yöneldiniz?
İlginiz için çok teşekkür ederim. Üniversiteyi okurken bazen metafizik bir gerilim içine girer ve yazmadan edemezdim. Görünen sebep olarak içinde bulunduğum ortam beni öyle bir gerilime sevketmiş olabilir. Ama ben biliyorum ki insan ancak kendisine ilham gelince ve yazmak enerjisi verilince bir şeyler yazabiliyor. Kimya-ı Saadet kitabında bir yer vardı:
"Kalb bir havuz gibidir, beş duygu âzası da havuza dışardan akan beş dere gibidir. Eğer havuzun dibinden temiz su çıkarmak istersen, bunun çaresi, havuzdaki bütün suyu boşaltman, sonra bu suların getirdiği siyah çamuru çıkarman ve bir daha pis su gelmemesi için bu yolları kesmen ve havuzun dibini, içinden temiz, berrak su çıkabilecek şekilde yapmandır. Havuz, siyah çamur ile dolu olduğu müddetçe içinden duru su çıkması imkânsızdır. Bunun gibi, kalbin içinden gelen ilim, dışardan gelenlerden kurtulmadıkça, maksat hâsıl olmaz."
Benden de bu kabiliyetin çekildiğini düşünüyorum. 2011 yılında mezun oldum. Bir yıl sonra iş hayatına atıldım. Ondan iki yıl sonra evlendim. Artık yazamamak için bir sürü görünen sebep oldu. Çar'ın askerleri "Dostoyevski evlendi Çarım" demişler. Çar, "Düzen bir düşmandan daha kurtuldu" diye karşılık vermiş. Evlenince artık kombi servisini çağırmakla, buzdolabında azalan biten beyaz peynirle ilgilenmeye başladım. Thomas Gray "Cehaletin mutluluk olduğu yerde aklı başında olmak deliliktir." demiş. Ben de halimden mutluyum çok şükür. Artık öyle felsefi şeyler düşünmek yerine eşimle ilgilenmem gerekiyor.
Hayır ama olmaz. Işığı bir kere görmüşsünüz ki şimdi karanlıkta olduğunuzun farkına varabiliyorsunuz. Eksikler, kusurlarla da devam edebilirsiniz yazılarınıza. Ailenizde her zaman huzur ve saadet dilerim.
Yolu bilenler sonradan gelenler için bazı levhalar, işaretler bırakmalı. Peki ben de evlendiğimde... Umutsuz olmayacağım.
Birileri sizin de -Dostoyevski gibi- evlenmenizden memnun olmuş mudur acaba? Arada bir okumak dileğiyle...
Yorum Gönder