28 Kasım 2010 Pazar

Perde-i Ulviyeyi Yırtan Perde-ül Temaşa

Televizyon bir Müslümanı dinini öğrenmekten veya hayırlı bir iş yapmaktan alıkoyar. Sunduğu binbir türlü olayla insanın merakını cezbetmesi ve izlemesinin de çaba gerektirmemesi, televizyonu iş yapmaktan arta kalan vakitte yapılabilecek işlerin başına koyar. Kitap okumak, ilim tahsil etmek, iyi bir işe başlamak hep planlanıp da sırası gelmeyen aktiviteler olarak kalır.

Televizyon açıldığında bir kıraat dinlemek veya bir sohbet izlemek, diğer programlara göre yorucu gibi gelir. Çünkü insan ölümü hatırlamak istemez. Bu yüzden dini bir program izlerken insanın eli diğer kanallara kayıverir. Tüm kanallara göz atarken dini bir program görüldüğünde insanın farketmeden zaplanması da çok olasıdır.

Televizyonu uzaktan kumanda ile açmak ve kanaldan kanala gezmek çok kolay olmasına rağmen hangi kanalda ne olduğunu da televizyonu açmadan bilmek çok zordur. Bu kolaylık ve zorluk insanda "Bakalım televizyonda neler varmış?" düşüncesiyle televizyon açma alışkanlığı kazandırır. Bu soruyla ilk başlarda aklen ve dinen iyi görülen yayınlar aranır ama bir süre sonra nefse güzel görünen ve merak celbeden dizi ve film gibi şeyler aranmaya başlanır. Ulvi gayeler böylece unutulur ve kumanda her ele geçtiğinde televizyon amaçsızca açılır.

Televizyon insanın vaktini böyle çalar ve dini yayın izleme niyetini böyle bozar. Müslümanın cemaat halinde yaşaması, iş güç edinmesi, belli vakitlerde belli zikirlerde bulunması bu olumsuzlukları en aza indirir. Bir Müslüman beş vakit namazıyla günde beş defa gafletten silkinir. Önemli işleri onu televizyona dalmaktan alıkoyar. Bununla beraber boş vakitlerde izlenen televizyonun dolu vakitleri işgal etmeye başlaması da mümkündür.

Televizyon bir Müslümanı sadece dinini öğrenmekten veya dinine uygun yaşamaktan alıkoymaz, ayrıca sunduğu yayınlarla da insanın zihnini, kalbini meşgul eder, çarpık bir din anlayışı ortaya koyar, dinden uzak bir hayat tarzı sunar. Televizyondaki fantastik hikayeler insana "Acaba?" diye sordurabilir. İzlediği yayının çok etkisinde kalan birinin, filmdeki kahramanın yıldız kapısını nasıl açtığını anlamaya ve bunu bir mantığa oturtmaya çalışması muhtemeldir. İslam'da nasıl olduğunu öğrenmeye girişmeyip şu gibi sorularla zihnini meşgul etmesi bir Müslümanı şüphe ve tereddüte düşürebilir.
  • Gerçekten de uzayda insana benzeyen zeki canlılar var mı?
  • Biz gerçekten robotların programladığı bir hayal dünyasında mı yaşıyoruz?
  • Aramızda saklanan büyücüler, cüceler veya ölülerin ruhları olabilir mi?
  • İnsan beden, hafıza ve karakter gibi tüm ayrıntılarıyla kopyalansa ne olur?
  • İnsan, hayvan bedenine girse veya bir hayvan akıllansa ne olur?
Televizyonda doğrudan dinle alakalı meselelerde de İslam'a aykırı fikirler sunuluyor. Ölüm ve kıyamet sonrası konularını çok iyi öğrenmediğimiz için, bu konular hakkındaki batıl fikirler zihne yerleşmesi en kolay olanlarından biri oluyor. Ramazan Bayramı'nın manasını İslam'a pek de uymayan "Bayram Özel" programlarıyla örtüp, üstüne şeker ve çikolata yığarak onun Cadılar Bayramı gibi bir şeker bayramı olduğu düşüncesini veriyor.

Şimdiye kadar Batılıların kesimhanelerini eleştirmeyip Kurban Bayramı'nda Müslümanları eleştirmek için en ufak bir noktayı bile kaçırmadan sunuyor. Acemi kasap, kaçan hayvan, kaçak hayvan, kaçak kesim haberlerini izleyenler müslümanlara karşı bir tavır almadan edemiyor. Her bayram kurban kesmenin katliam olduğuna dair kalpte bir şüphe tohumu bırakıyor.

Allah'ın her daim yaratmakta olduğunu unutturup her şeyin bilimsel ve mekanik olarak işlediğini düşündürüyor. Namazı üzerine farz olan herkesin kılması gerektiğini unutturup sadece cahil halk tarafından kılınan ve sadece camide yapılan bir ibadet şeklinde sunuyor. Öğrencilerin cuma namazına gitmesini bir suç hatta dine aykırı gibi gösteriyor.

Bizimkiler gibi bizce benimsenen bir dizide bile namaz kılan olmaması ile kimsenin namaz kılmadığı ve namaz kılmanın çok da gerekmediği fikrini akla getiriyor. Namazı ve tesettürü dinin bir dışavurumu olarak görüp Müslümanları azarlayanlar da bu fikri pompalıyor. Helallerin ve hatta emirlerin haram gibi gösterilmesinin yanında İslam'a uymayan davranışlar helal gibi gösteriliyor. Hatta o kadar banka reklamından sonra faizin haram olduğunda şüphe eden bile oluyor.

Ve kıssadan hisse. Televizyon insanı eğiten bir araç olarak değil bir casus olarak görülmeli. Elbette ki kaliteli yayın yapma gayretinde olanlar da var ama onların çalışmaları televizyondaki kötü yayınları henüz örtemiyor. Ayrıca televizyon için henüz kaliteli standartlar geliştirmiş de değiliz. Bu durumda izleyicilere kendilerini ve ailelerini televizyonun bozucu ve yıkıcı etkilerinden korumaları için televizyonu kutusuna koyup çatıya çıkarmaktan başka pek bir yol görünmüyor.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Mübtediyan İçin

Bana İslam'ı soran biri olursa diye, dursun bu blogumda.
Kıymetini bilmeli aramadan bulunca, bulunmaz arayınca.

Yeni başlayanlar için İslam, cihad ve hicab:

1 Kasım 2010 Pazartesi

Abur Cubur Hayat Şekli

İnternette bir sözlüğe üye olduktan sonra ıvır zıvır, aklıma ne gelirse sözlüğe yazasım gelmeye başlamıştı. Bu durum da hakkında bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettiğim konulardandı. Üzerinde düşündükçe büyüdü ve birkaç cümleye sığmayacak bir mesele oldu. Hem bloga yazmak sözlüğe yazmaya nispeten abur cubur hayat diye tarifini yapacağım hayat tarzına daha uzak olduğundan hem de uzun bir açıklama sözlüğe uymadığından konuyu bloga yazmayı tercih etmiştim. Bir öğrenme teorisinin öğrenmeyi tam açıklayamamasına rağmen onu anlamaya ve bir meselenin gündeme getirilmesine yardımcı olması gibi bu yazı da abur cubur hayatın tarifini mükemmel yapamasa da belki anlaşılmasına yardımcı olur diye düşünüyordum.

Abur cubur diye göze hoş, damağa hoş, içi boş yiyeceklere diyorduk. Zamansız yenilen, hazır lezzet veren bu yiyecekler ne karın doyuruyordu ne sağlığa faydalıydı. Büsbütün lüzumsuz maddeler değillerdi ama belki mideye atılmak için de değillerdi. Köyümüzde beslediğimiz tavukların izolasyon malzemelerini iştahla yemeleri gibiydi abur cubur yememiz. Ama ne yazık ki yemekte kalmıyordu abur cuburluk. Bir yerlerden gelmiş kapımıza dayanmış hayat tarzıydı bu. Modernleşmenin getirdiği hayat tarzlarından biriydi. Yemek dışında da birçok örneği vardı.

Mesela söylenen sözlerde ve yazılan yazılarda görülüyordu. Düşünerek tutarlı, anlamlı, önemli sözler sarfetmiyor, sağlam fikirler ve derin manalar ifade edemiyorduk artık. Dinlerken çabuk sıkıldığımızdan söylerken de sadede çabuk varmak istiyorduk. Oldukça az, öz ve basit olmalıydı sözümüz. Bir de ilginç, dikkat çekici, komik, anlaması zeka ispatı sayılabilecek türden espirili olursa ne alâydı. Hatta bazen komik olsun da isterse bomboş olsun der gibi çoğu kişinin bildiği tahmin edilen bir replik söyleniveriyordu. İdare kelimesinin geçtiği yerde birisinin "idare edemem anne" demesi muhtemeldi.

Tavırlarımızda da görülüyordu bu hayat tarzı. Sinemaya çağrılınca gidiyor, dost sohbetine veya kitap mütalaasına gitmiyorduk. Keyif veren her filmi izliyor, bir şey kazandıracak filmlerden sıkılıyorduk. Her sözü dinliyor, dini meseleleri şakaya vuruveriyorduk. Borçlarımız dururken paramızı teknolojik oyuncaklara harcayıveriyorduk. Markette cafcaflı ambalajı olan ürünleri alıyor, sıra bize gelince yine cafcaflı ambalaj hazırlıyorduk. Erkek kısmı ürünlerini satmak için güzel görünme gibi abur cubur özelliklerin reklamını yapıp kadın kısmını baştan çıkarmaya çalışıyor ve iffeti unutturuyor, kadın kısmı ise sürünüp bürünüp erkek kısmını baştan çıkarmaya çalışıyor ve iç güzelliğiyle ahlâkı unutturuyordu.

Bilgi edinme kaynaklarımızda da görülüyordu. Bilgiyi kitaplar ve insanlar gibi doğru dürüst kaynaklardan değil ıvır zıvır yerlerden parça parça, slogan gibi kısa ama cafcaflı sözleri alıyorduk. Kitap bulmak, kitap karıştırmak, bilen bir insanı aramak, yanına gitmek zahmetine de girmiyorduk. İnternette bir arama motoru konuyla alakalı olabilecek popüler şeyleri çöplükten önümüze getiriveriyordu. Onun getirdiği şeyleri de güzelce incelemeyip sadede gel dercesine internet tarayıcısının kaydırma çubuğunu en aşağıya indiriveriyorduk. Sanki bütün dertlerimizi çözecek olan ve gördüğümüzde "işte o" diyeceğimiz cafcaflı slogan cümlesini arıyorduk.

Edindiğimiz bilgilerde de görülüyordu. Magazin programları televizyonların vazgeçilmeziyse ve magazin gazeteleri en çok satan gazetelerse bunda abur cubur hayat tarzı sürmemizin bir parmağı vardı. Haber sitelerine girip en dikkat çekici başlıkları tıklamamız, onlardan da kısa, komik, cazibeli olanlarını okumamız da bunla alakalıydı. Ne okuduğumuzu on dakika geçmeden unutmamız, okuduğumuzun önemsiz ve abur cubur bir bilgi olduğunu gösteriyor olmalıydı.

İletişim araçlarında da görülüyordu. Her şeyin hızlı aktığı bu devirde kelimelerle ifade edilemeyecek manaları hesaba katmak mümkün olmuyordu. Gerçek yüzlerden, gerçek seslerden, hal ve tavırdan kelimelere dökülemeyecek manalar çıkarmak ve halimizi yine bu yollarla belirtmek unutulmuştu. Artık telefon vardı, kısa mesaj vardı, internet vardı. Ama yüz yüze konuşmanın ciddiyeti, samimiyeti, inceliği telefonda yoktu. Mesajlaşmada ise işimiz büsbütün kelimelere ve birkaç smileye kalmıştı. O halde telefonla veya kısa mesajla yapılan iletişim tam bir iletişim değil abur cubur iletişimdi. Hızlı, kısa, kolay, anlık, basitleştirilmiş... İnternette Facebook, Twitter gibi nâkıs sosyal iletişim araçlarının yaygınlaşması da abur cubur hayat tarzının ürünüydü.

Gördüğümüz eğitim de nasibini alıyordu bu hayat tarzından. Neyi niçin öğrendiğimizi bilmeden öğreniyorduk. Bir koşuşturmacadır devam ediyordu. Matematik öğretmeni olmaya aday bir öğrenci "Bilim, Teknoloji ve Toplum" dersini niye olduğunu bilmeden almak zorunda kalıyordu. Sonra da 163 kredilik bir bölümün 3 kredilik bu dersinden iyi bir not alabilmek için ders notunu yüzde bir etkileyecek bir ödev üzerinde birkaç saat kafa patlatıyordu. Derste önemli hiçbir şey öğrenmiyor değildi. Diğer abur cubur şeylerle kıyaslandığında sanki ona kola içme de limonata iç diyorlardı. Ama takılıp kalınan böyle basit şeyler biriktiğinde hayatın manasını düşünmeye fırsat bırakmıyordu. Sanki bir paket ay çekirdeği karın doyurmuyor ama ağzı meşgul ediyordu.

Böyle koşuşturmacalı bir hayatta Yunus Emre'nin "Yunus sen bu dünyaya niye geldin / Gece gündüz Hakkı zikretsin dilin" sözünü anlamaya uzak kalıyor, üzerinde düşünmeye fırsat bulamıyorduk. Zamana gerek duyurmayan, düşünüme gerektirmeyen anlık duygu yaşatan komik ve ilginç sözlere daha çok rağbet ediyorduk. Abur cubur hayat tarzı bizi karadelik gibi yutuyor ve daha yoğun bir abur cubur hayat tarzına sevkediyordu. El emeği göz nuru ev yemeklerinin vakit yok diye terkedilip ayaküstü yemenin tercih edilmesi koşuşturmacaya çare olmuyorsa abur cuburun bataklık gibi çekmesinden, kazandığımızı sandığımız vakit ve emeği daha çok emmesindendi.

Koşuşturmacanın eğitimini alıyorduk okullarda yıllarca. En kısa sürede en çok test sorusu çözebilmekti öğrencilerin hedefi. Önemli olan sonuç ve sonuca en kısa yoldan hemen ulaşmaktı. Bir KPSS sorusu görsek hemen “Çok konuşma, asıl mevzuya gel” dercesine paragrafa bir göz atacak, sonra cevabı biliyor olmanın anlık mutluluğunu yaşayacaktık. Ne “tarihsel zaman” terimindeki anlatım bozukluğu ne de paragrafta anlatılan üzerine düşünecektik. Zaten cevabı da çok düşünmeden ve belleğimizi zorlamadan şıkların arasından seçiyorduk.

Evliliğin zahmetine katlanmaya gelemeyenler, “arkadaşlık teklifi” adında kolay yoldan gönül eğlendirmeye yönelik bir formül bulmuşlardı kendilerince. Zaten abur cubur bir birliktelik olan bu arkadaşlığın ayrıca abur cuburlaşması nihayet yukarıdaki soruda geçen sanatçıya dokunmuş. Ona göre böylesi bir ilişki bile fast-food yemekler gibi hızla tüketilir olmuş. Sanatçı tespitini yapmış, yayıncı soruyu basmış ve binlerce kişi de bu tespite göz gezdirip denemesini çözmeye devam etmişti.

Abur cubur hayat tarzı bireysel değil toplumsaldı. Bireysel olarak kaçmak mümkün değildi abur cubur yaşayan bir toplum içinde. Herkes telefon kullanırken telefonu terketmek daha manasız kalıyordu. Çünkü telefonu terkeden kişi onun yerine yüz yüze görüşmeyi ikame edemiyordu. Zor bir mesele hakkında düşünen birinin dikkati, yanındaki abur cubur konuşmalara kayıveriyordu. Olmadık yer ve zamanda bir keman sesi bütün huzuru bozabiliyordu. Yemek yemek, çay içmek veya seyahat etmek gibi tefekküre en müsait olabilecek anlarda bir televizyon "Şşt şşt! bana bak, beni dinle." diyip zihni bulandırıyordu. İlginçtir ki böyle bir ortamda abur cubur meselelerden konuşmak, yemekle oynamak, bulmaca çözmek kolaydı.

Abur cubur hayat tarzına kanımızda varmış gibi meylediyorduk. Alımlı ama içi kof bir meyveye sarktığımız gibi sarkıyorduk. Değersiz bozuk paraları çok görüp değerli bütün bir paraya tercih ediyorduk. Böyle olunca kolay kandırılıyor, bir o yana bir bu yana savruluyorduk. Aklı tam oturmamış bir çocuk gibi vitamin haplarının şekerini emip gerisini atıyorduk. Ama vakit çocuklaşma vakti değil, ahlâk kitaplarını karıştırıp kendimizin küçük vazifemizin büyük olduğunu hatırlama vaktiydi. "Hakîr ol âlem-i zâhirde sen mânâda sultân ol" sözünü oturup ciddi ciddi düşünme vaktiydi.
"Çünki sen çendan, nefsin ve sûretin itibariyle hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı ve şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin."