15 Haziran 2010 Salı

Vasıtaların Gayeyi İşgali

Bazen araçlar üzerinde o kadar yoğunlaşılır ki amacı kaybettiğimizin farkında bile olmayız. “Mnemonics” ile ezberleme tekniği gibi. Sınavda akla gelmesi için İç Anadolu Bölgesi’ndeki göllerin baş harflerinden anlamlı bir kelime çıkarırız. Hep o kelimeyi tekrar ederiz, onu ezberlemeye çalışırız. Sonra o kelime aklımıza gelir ama biz o kelimeden göllerin isimlerini çıkaramadığımızı sınavda anlarız. Ders anlatırken verdiğimiz örnekler dersi daha açık hale getirmekten ziyade öğrencilerin kafalarını daha da karıştırabilir. Siz o örneği terk edip konuya döndüğünüzde öğrenciler hala o örnekte takılıp kalmış olabilir. O örneği ezberleyip sınavda onu soracağınızı umabilirler.

Bazen ÖSS gibi bir ölçme aracı amaç haline gelip öğrenciler, veliler ve okul idarecileri öğretmenlerden öğrencileri bu sınava hazırlamalarını isteyebilir. Öğretmenler de konuları öğretmekten çok sınavda nasıl başarılı olabileceklerini göstermeye başlayabilir. Sonra yardımcı ders kitapları da artık bu yeni amaca göre hazırlanmaya başlayabilir.

Bazen amaçlar unutulunca araçlar amaç olur. Şöyle bir fıkra anlatılır:
Devlet bir gün geniş ve boş bir araziye geceleri göz kulak olacak bir bekçi işe almaya karar verir. Bir süre sonra düşünülür;
“Peki, talimatlar olmadan bekçi işini nasıl yapacak?”
Bir planlama birimi kurulur ve planlamayı yapmak üzere iki kişi işe alınır. Bir süre sonra;
“İşleri yapıp yapmadıklarını nasıl kontrol edeceğiz?” diye düşünülerek iki denetmen işe alınır. Biri denetim yapmakta diğeri raporları yazmaktadır. Bir süre sonra;
“Bunların maaşları hesaplanıp nasıl ödenecek?” diye tartışılır ve bir muhasebeci şefi, bir kâtip, bir de istatikçi işe alınır. Gene bir süre sonra;
“Peki, bunlardan kim sorumlu olacak?” denilir ve bir müdür ve iki de müdür yardımcısı işe alınır. Bir süre sonra ise,
Ülkede ekonomik kriz çıkar ve bütçedeki masrafları kısmak için bekçi işten çıkartılır...
Bazen iyi bir amaca ulaşmak için giriştiğimiz yolların kendileri amaç haline geliveriyor ve bu yollarla ziyade iştigal bizi asıl amaçtan daha da uzaklaştırabiliyor. İyi bir niyetle namaz hakkında atıp tutanlara kimler ne cevap vermiş derken namaza gereken ehemmiyeti veremeyebiliyoruz. “Risale Okumaları 4” kitabının “Öncelikler” başlıklı makalesinde Metin Karabaşoğlu diyor ki:
Âfakla ziyade iştigalin, velev İslâmî ve imanî bir hamiyetle de olsa, kendi iç âlemimizde bir daralma ve zayıflama sonucunu getirdiğini; bunun ise bizi âfâkî hadisatın tazyikatından daha rahat etkilenebilir, âfâktaki bozucu etkilerin taşıdığı marazlara daha kolay yakalanabilir hale getirdiğini hepimiz bilfiil tecrübe etmişizdir. Bu süreçte, farkına bile varmadan içine girdiğimiz bir kısırdöngü sözkonusudur esasında.

Biraz daha açacak olursak, yaşadığımız bu kısırdöngü şu şekilde cereyan ediyor: Hayatın normal akışı içinde neye ne kadar yer vereceğimizi tesbit edip bir ‘denge’ye kavuşmuşuz ve o denge üzere her şeye kameti kıymetince değer vererek yaşayıp gidiyoruz. Derken, dış dünyada daha önce kestiremediğimiz bazı olaylar vuku buluyor. Bu olaylar, hele ucu İslam’ın fütuhatına veya İslâm’a hücuma dokunuyor ise, merak dikkatimizi ziyadesiyle celbediyor. Böylece, baştaki denge hali elimizden kayıp gidiyor. Dış dünya ile, daha önce ilgili olmadığımız derecede ilgilenir hale geliyoruz. Bu ise, iç âlemimize olan dikkat ve ihtimama bedel gerçekleşiyor. İç âlemimiz bozulunca da, dış âlemdeki hadisat, bizim gerçekleşeceğini umduğumuz şekilde gerçekleşmiyor.
Bazen iyi yollara tutunuyoruz ama amacımızı tam bilemiyoruz. O zaman amacı o yol sanıyoruz. Okuduğumuz kitaplar bu şekilde hayata geçmeyen bilgiler olarak kalabiliyor. “Kur’an-ı Kerîm’i Nasıl Anlamalıyız?” kitabının 36. sayfasında Taha Hoca diyor ki;
Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” Daha sonra Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerini şöyle tamamlıyor: “Şimdi size uyguladığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şey göstereyim mi? Aranızda selamı yayın.”

Bu hadis-i şerifi birçoğumuz okumuşuzdur. Ama okumalarımız genellikle yoğun ve hızlı olduğundan oturup üzerinde düşünmek, hadisin işaret ettiği uygulamayı hayatımıza taşıma kararı almak gibi istifadeler sağlamamıştır. Bir gün belki Riyazu’s-Salihin’i açıp 20-30 sayfa okumuş, o sırada bu hadisi de görmüş belleğimize geçmişizdir. Hadis kültürümüz zenginleşmiştir; ama Müslüman şahsiyetimiz bundan pek nasiplenememiştir. Ertesi gün sokağa çıkmış, karşılaştığımız insanlara yine selam vermeden geçip gitmişizdir.
Bazı yolların asıl amacını hiç bilemeyebiliyor, bilsek de işimize gelmediğinden ilgilenmeyip görmezden gelebiliyoruz. O yol bizim amacımız oluveriyor. Bilimin asıl amacını öğrenmeyip kuru bilim öğrenmeyi veya Feynman’ın önerdiği gibi sebep sonuç ilişkileri içinde boğulmayı amaç edinebiliyoruz. İslâm’ın İnanç Esasları kitabının 37-38. sayfalarında diyor ki:
İnsanoğlu evrendeki bu tabii sistemi keşfettikçe Allah'ın varlığına delil bulmuş olur. Moleküler biyoloji, genetik mühendisliği, hücre biyolojisi, astrofizik, astronomi, fizik ve kimya gibi bilimler, Kur'an'ın beyanları ile âhenk içinde Allah'ın kudret, irade ve yaratıcılığını bildiren örneklerle doludur. İmam Gazzâlî'ye göre ilâhî hikmet, âlemdeki sebeplilik, düzenlilik ve gayeliliğin ilkesidir. Dolayısıyla sebeplerin sebebi olan Allah, mutlak hakîm yani hikmetle hükmedicidir. Söz gelimi gece ile gündüzün, güneş ile ayın hareketlerini, dört mevsimin oluşumunu, hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıkları, rüzgâr, yağmur, ırmak ve denizleri düşündüğümüzde, bunların hepsinin belli hikmetlere göre ve bir düzen içinde varlık sahnesine çıktıklarını görür, bazen âhenk ve gayeliliği canlıların organlarında, bu organların onların yaşayışına getirdiği katkıda müşahede edebiliriz. İmtihanın sırrı da imanın önüne engel olan bu mâniaları aşarak ona ulaşmada yatmaktadır. Nefislerinin ve şeytanın telkin ve vesveselerine kulak vermeyerek fıtrat-ı selîmesinin ve vicdanının sesini dinleyenler, imana vâsıl olarak imtihanı başarmakta, engellere takılanlar ise yarı yolda kalmaktadırlar.
“Kalbin Diriltilişi” kitabının 32. sayfasında İsmail Çetin Hoca da benzer şey söylüyor:
İlim sadece bilmek değildir. İlim, aslî maksada yani İslam’a iletiyorsa ilimdir. Allah’ın ve kulların haklarına tecavüz olmaksızın maksad = amaçlara insanı ulaştıran ilim, hakîkî ilimdir. Muteber ilim de budur.
Bediüzzaman Said Nursi, onikinci sözde konuyla alakalı güzel bir örnek veriyor:
Sonra o Hakim, şu musanna ve murassa Kur'an'ı bir ecnebi feylesofa ve bir Müslüman alime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükafat için emretti ki, "Her biriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız. Evvela o feylesof, sonra o alim ona dair bir kitap te'lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hasiyetlerinden, tarifatından bahseder; manasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi adam Arabi hattı okumayı hiç bilmez. Hatta o müzeyyen Kur'an'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lakin, çendan, Arabi bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. işte o adam, bu sanatlara göre eserini yazdı.

Ama Müslüman alim ise ona baktığı vakit anladı ki, o Kitab-i Mübin'dir, Kur'an-ı Hakim'dir. İşte bu hakperest zat ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerden daha ali, daha gali, daha latif, daha şerif, daha nafi, daha cami. Çünkü nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i gerif yazdı. Sonra ikisi eserlerini götürüp o Hakim-i Zişan'a takdim ettiler. O Hakim, evvela feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış; fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış, hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü o menba-ı hakaik olan Kur'an'ı manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan o Hakim-i Hakim dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

Sonra öteki müdakkik hakperest, müdakkik eserine baktı, gördü ki: Gayet güzel ve nafi bir tefsir ve gayet hakimane, mürgidane bir te'liftir.
Araçların amaçları işgal ettiği çok alan var. Tıkanıp kaldığımızda amaçları ve araçları tekrar gözden geçirmemiz gerek. Asıl amacı aklımızdan hiç çıkarmasak da tıkanıp kalmasak diye bizi amaçlardan saptıran şeyin ne olduğunu düşündüm bir ara. Dünyanın meşgalesiymiş meğer. İmam Gazâlî’nin Kimyâ-yı Saâdet kitabında şöyle yazıyor:
Dünyanın aslı; yemek, elbise ve mesken olduğu gibi, insan için zaruri olan san´at da üçtür: Ziraatçılık, dokumacılık ve marangozluk. Fakat bunların da kolları vardır. Bazıları ona hazırlık içindir. Pamuk döven ve iplik büken, dokumacının işini yapıyor. Bazısı da bunu tamamlar, terzi gibi ki, dokumacının işini tamamlıyor. Bunların hepsi için âletlere ihtiyaç vardır. Bunlar da odun, demir, deri ve bunun gibi şeylerdir. Böylece demircilik, marangozluk ve dericilik san´atları meydana geldi. Bunların hepsi meydana gelince birbirlerine yardım etmeye muhtaç olurlar. Çünkü herkes, kendinin bütün işlerini yapamaz. Böylece terzi, dokumacının ve demircinin işini, demirci de, diğer ikisinin işini yapmak için bir araya geldiler. Bu şekilde her biri ayrı iş yaptılar. Bu yüzden aralarında bazı şeyler meydana geldi, birbirlerine düşman olmaya başladılar. Çünkü her biri kendi hakkına razı olmadı ve diğerinin hakkına geçmek istedi. Böyle san´atlardan üç çeşide daha ihtiyaç oldu. Biri, saltanat ve siyaset [idare], diğeri kadılık ve hâkimlik, diğeri de insanlar arasında onunla kanun teşrii yapılan fıkıh san´atlarıdır. Her ne kadar bunların çoğunun el ile alâkası yoksa da, her biri birer san´attır.

İşte bu sebeple, dünya meşgalesi çoğaldı ve karıştı. İnsanlar onun arasında kendilerini kaybettiler ve başlangıçta bunların esasının üç şey olduğunu anlayamadılar. Bütün bunlar yemek, giymek ve mesken içindir. Bu üç şey de beden için lâzımdır. Beden de kalb için lâzımdır. Onu taşımaktadır. Kalb de Allahü Teâlâ için [O´nu bilmek için] lâzımdır. O hâlde kendini ve Allahü Teâlâ´yı unutanlar; kendini, Kabe´yi ve seferi unutup bütün zamanını deveye bakmaya veren hac yolcusuna benzerler.

Demek ki, dünya ve hakikati bu anlattıklarımızdır. Her kim onda sefere hazırlanmaz, işini bitirmez, gözünü âhirete çevirmez ve dünya meşgalesini ihtiyacından fazla tutarsa, dünyayı tanımamış olur. Bunun sebebi cahilliktir. Bahusus Peygamber Efendimiz buyurdu: “Dünya, Hârut ve Mâruttan daha büyük büyücüdür. Ondan kaçınız.”. Dünya böyle bir büyücü olunca, onun hile ve aldatmalarını ve onun işlerinin neye benzediğini insanlara açıklamak farz olur. Şimdi dünyanın neye benzediğini dinle!
Birbirinin hakkına geçmenin hayat standardı ve pazarlamanın olmazsa olmazı olduğu, yaldızlı teknolojik oyuncakların her yerde insanları oyaladığı, zamanın düşünmeye fırsat bırakmayacak kadar hızlı aktığı şu modern dünyada hedefimizi belki her gün gözden geçirmemiz gerek. “Eyvah! Aldandık!” diye inleme cesaretini taşıyan arkadaşların yanında dolaşmak gerek belki amacımızı unutmamak için. Birbirine hakkı tavisye edip birbirinin nasihatini dinlemek gerek.

Bir İstanbul Seyr-ü Seyahati

Hisarüstü’nden Bebek sahiline bizim okulun içinden geçerek ve fotoğraf çekinerek indik. Sonra Bebek iskelesine yürürken Şükrü'yü Çengelköy vapuruna yetişebileceğine ikna etmeye çalıştık. İkna olmadı, Eminönü'nde bize katılmaya karar verdi. Biz de Bebekliler Derneği'nin pankartları arasından geçip iskeleyi bulduk. Bir yanda tadilat bir yanda şenlik hazırlıkları vardı.

Bindiğimiz vapur önce Arnavutköy'e uğradı. Arnavutköy'ün sahilindeki hep dibinden gördüğüm binalar karşısından bakınca daha güzelmiş. Birkaç fotoğraf onlardan birkaç fotoğraf da motorun köpürterek beyazlattığı kaynayan sudan çektik. Birkaç durak daha gittiydik. Ahmet'le ben hala fotoğraf çekmekle oyalanıyorduk ki bir adam "son durak" diye bize seslendi. Vapurun ön tarafına doğru giderken “Samet nerde?”, “Çengelköy’e gelmeden nasıl son durak olur?” gibi sorular soruyordum kendi kendime. Meğer Samet inmiş aşağıdan bize bakıyormuş. Çengelköy’e gelmişiz.

İlk defa adımımı bastığım Çengelköy İskelesi çok güzel bir yere yapılmış. Beyaz boyalı bu şirin binadan çıkıp karayoluna varmak için bir arabanın zor sığacağı genişlikte ve bir ev için uzun iki ev için kısa uzunlukta iki ahşap bina arası bir yoldan geçip gitmemiz gerekiyordu. Bu yolun ucunda bulunan üzüm yaprakları sanki iskeleyi ve önündeki bu kimilerine göre çıkmaz olan sokağı dışarıdan saklıyordu.

Yukarıdaki ağaçların arasından sızıp bu evlerin duvarlarına düşen güneş ışığından oluşan desen ağaçların sallanmasıyla dalgalanıyor ve beyaz boyalı ahşap duvarların kenarlarında ve evlerin pencere önlerinde bulunan saksılardaki kırmızı çiçeklerle beraber çok güzel bir görüntü oluşturuyordu. Bu güzel sokakta da birkaç fotoğraf çekmeden geçemedik. Fotoğraf çekerken bir evin yanına fazla yaklaştığımız esnada içerden bir çocuğun bağırdığını bir kadının ona kızdığını duyunca bu güzel evlerde insanların yaşadığı aklıma yeni gelmişti. İnsanların mahremiyetini işgal etmemek için çok durmadan o sokaktan çıktık.

Sokağın tam karşısında otobüs durağı bizi bekliyordu. Çok geçmeden bizi Kanlıca’ya götürecek otobüs geldi. Kuzeye doğru epey yol gittik. Samet’in yürüyerek gidersek yoruluruz dediği yol epey uzun olacak ki ben otobüste de yoruldum. Yol uzun olmasına rağmen çok güzeldi. Bir gün hususen bu yolda yürümek için Anadolu yakasına geçmek lazım olduğu kanaatine vardım. Kanlıca’da inip üzerine pudra şekeri döktürdüğümüz taze yoğurdumuzu aldık ve yemek için sahile yanaştık. Ancak bir yer bulup oturana kadar siyah pantolonum rüzgârda dağılan pudra şekerinden alacalı pantolon oldu. Neyse ki pudra şekeri su ile silinince kolayca çıkıyormuş. Biraz sahilde oturup geçen gemileri ve iskelenin çatısına çıkıp inen güvercinleri seyrettik. Cuma vakti yaklaşınca Kanlıca İskelesi’nin tam önünde film çeken stresli insanların arasından geçip otobüs durağına gittik.

Sıcağın bağrındaki otobüs durağından otobüse binip Kanlıca’ya geldiğimiz yerlerden tekrar geçerek Samet’in Selim İleri’nin sevdiği bir yer olduğunu söylediği Vaniköy’e Cuma namazı kılmaya gittik. Meğer Vaniköy de Kanlıca’ya giderken önünden geçip gittiğimiz yerlerdenmiş. Cami Vaniköy durağının hemen arkasında sahilin yanıbaşındaydı. Birkaç fotoğraf daha çekip abdest aldık ve camiye girdik. İstanbul’daki camilerde cuma namazı öncesi vaazları hep cami imamından dinlerken burada radyodan dinledik.

Camiden çıkınca da boğaz manzaralı profil fotoğrafları çektik. Vaniköy’den ayrılmadan Ahmet’le Samet’in aklına caminin arka kısmında bira kapağına gömülmüş iki tane dinleme cihazıyla unutulmuş gibi görünen su şişesi buldukları geldi. İmam efendiye söylemeye gittiğimizde herkesin dağılmış ve cami kapısının kilitlenmiş olduğunu gördük. Vaniköy’ü kendi sessizliğine bırakıp otobüs durağına giderken klimalı bir otobüsü kaçırdık. Sonra gelen kırmızı otobüse de çok kalabalık olduğundan binmedik. Biraz uzun bir bekleyişin ardından gelen ilk otobüse Üsküdar otobüsü diye bindik. Uzunca bir yol gittikten sonra Üsküdar – Kadıköy sapağından Kadıköy tarafına dönünce bindiğimiz otobüsün Kadıköy otobüsü olduğunu anlamış olduk. Bu vesileyle ben de beş yıldır okuduğum İstanbul’da ilk defa Kadıköy’e gitmiş oldum.

Kadıköy'de otobüsten indikten sonra Ahmet’le Samet’in bana Kadıköy’ü boğasıyla, meydanıyla, sahaflar çarşısıyla, Haydarpaşa Garı'yla, iskelesiyle tanıtmalarıyla iskeleye yürüdük. Dalgalarla sallanan bir platformun üzerindeki iskelenin turnikelerinden akbilimizi basıp geçtik. Eminönü vapuruna binip dalgakıranı, yunusları, deniz seviyesinde uçan kuşları, Sultanahmet’i ve tepsi tepsi giden portakal sularını seyrederek yirmi dakika yüzmüşüz. Bu vapur hattının on dakikalık Üsküdar – Beşiktaş hattı gibi kısa olmadığını bilseydim yorgun halimle beşik gibi sallanan bu vapurda Ahmet gibi ben de uyurdum.

Vardık varacağız derken Eminönü’ne gelmişiz. Limandan otobüs duraklarına yürürken işittiğimiz boğaz gezisi için yolcu toplamaya çalışan bir elemanın kalitesiz bir hoparlörle yaptığı anonslar biz durağa yaklaştıkça boğuklaşıyordu. Duraklara vardığımızda bu anons diğer boğuk seslerin ve otobüs gürültülerinin çıkardığı seslerin arasında kayboldu. Gürültüsüz bir anı yakalayıp Şükrü’yü aradık ve onu da alıp bir Unkapanı otobüsüne bindik. Kısa bir süre sonra da ineceğimiz durağa vardık.

Unkapanı’nda su kemeriyle Haliç arasındaki mesafenin tam ortasında otobüsten inip vakıf ve esnaf lokantalarının bulunduğu sokağa girdik. Ahmet bizi daha önce büryan isimli kuzu kebabı yediği bir Siirt lokantasına götürdü. Sofraya oturduğumuzda bizi üç büyük tabak ikramla karşıladılar: çiğ köfte, salata, acısız ezme. Kaşarlı pidenin beş lira olan fiyatına sevinirken yumurtalı mı olsun diye sormaları beni ziyadesiyle memnun etti. Yemekten sonra çayımızı içip kalktık.

Canlı arılarla dekore edilmiş Balcı Hüsnü’den fıstık alıp oralarda dolaşmaya başladık. Geçerken Zeyrekhane tabelaları görüp takip ettik. Yol bir kilise mi yoksa bir cami mi olduğunu anlayamadığım tadilat halindeki bir mabede çıktı. Buraya kadar gelmişken cumbalı ahşap evlerin önünde fotoğraf çektik. Kazım Karabekir’den satın alındığı iddia edilen satılık harap olmuş ahşap bir evin bulunduğu sokaktan girip şehrin curcunasından uzak ve içinde çocukların oyun oynadığı taş döşemeli sokakları gezdik. Boş bir arazide yün döven bir kadının çevresindeki ibiği yatık beyaz tavukları gördüğümde müzede dolaşıyoruz hissine kapıldım.

Bir harabenin sağlam kalan merdivenleri önünde birkaç fotoğraf çektikten sonra bu ayrık mekânı terk edip aşağıdaki caddeye indik. Muşambacıların bulunduğu alt geçitten geçerek bizi Taksim istikametine götürecek bir otobüse hareket halindeyken bindik. Taksim bayırında inip geniş caddenin dar kaldırımlarından Galata Kulesi’ne giden dar sokağa kadar indik. Bu dar sokakta fotoğraf çeke çeke Galata Kulesi’ne vardık. Bebek’te iskele önünde gördüğümde garip karşılamadığım konser hazırlıklarını tarih kokan bu sokaklarda görünce epey yadırgadım. Bu hazırlıkların bir tarafındaki günün şarabını tabelasına yazan bir şarapçı diğer tarafındaki çılgınlar gibi eğlenen bir grup genç bu tarihi dokunun eğlence mekânı olarak kullanıldığını hal diliyle söyleyince beni hayal kırıklığına uğrattı.

Galata Kulesi’nde turistlerin özel mercekli siyah makinelerine aldırış etmeden bizim gariban makineyle bir tur fotoğraf çektik. İki kişi genişliğindeki yürüme bandında yaşlı turistlerin Anadolu yakasına genç turistlerin Sultanahmet’e alıcı gözüyle bakarken ilerlemeyip veya kenara çekilmeyip ortada durmaları tıkanmaya sebep oluyordu. Bizden beş lira alınırken kendilerinden on lira alınmasının acısı çıkarıyorlardı belki de. Belki de boğaz ve haliç kavşağına bakan doğu tarafı hem kendileri bırakamayıp hem de bizim bırakıp gözleri kısan kaslara kramp sokan güneşin karşıdan vurduğu ve cephesinin karasal kısma baktığı batı tarafa gideceğimize ihtimal vermeyip rahatlarını bozmuyorlardı.

Galata Kulesi’nden indikten sonra Süleymaniye Camisi’nin arkasındaki Ağa Kapısı’na gitmek için Karaköy’deki tramvay durağına kadar yürüdük. Gelen ilk tramvay çok kalabalık olduğu halde bindik. Her durakta daha da kalabalıklaşan tramvaydan Beyazıt durağında güçlükle indik. İstanbul Üniversitesi’nin kapısının sol tarafındaki sokak boyunca Ahmet’in acaba başka bir yerde miydi Ağa Kapısı tereddütleriyle yürüdük. Tadilattaki Süleymaniye Camisi’nin bahçesine kurulmuş büyük çadırda ikindi namazını kıldık. Sonra sokağın ta bir ucuna bize buyurun demeye gelen garsona tok karnımızla aldırış etmeden iki buçuk liraya kuru fasulye veren lokantacıların önünden geçerek Süleymaniye Camisi’nin etrafını dolandık. Erkenden kepenklerini indirmiş toptancıların sokağının biraz aşağısında Ağa Kapısı’nı bulduk.

Siyah tabelaları ve loş ortamıyla kötü bir ilk izlenim bırakan Ağa Kapısı’nın güzel bir çayhane olduğunu merdiven girişindeki Şükrü’nün yıllar önce buraya gelip misafir defterine yazdığı bir yazıyı araması esnasında inceleme fırsatı bulduğumuz çeşitli bitkiler içeren kavanozlara ve üst katlara çıkınca gördüğüm güzel manzaralı pencerelerin önündeki masalarda yer alan menülerin türlü çaylarla donatılmış listesine bakınca anladım. Çayların üç veya dört lira olduğu bu mekânda Hisarüstü’ndeki simitçide iki liradan fazla fiyat ödemediğim büyük bir limonata bardağından çok daha ince olan bir bardağa beş lira ödemeye karnım yanıyordu. İçeceklerimizi içip, fotoğraflar çekip, kalan fıstıklarımızı yiyip ayrılma vakti gelince aşağıya indik.

Akbilsiz pasoya geçerken içinde para kalmış olmasın diye cebimdeki bozuklukların tamamı yerine iki lirasını Karaköy’de akbil dolumuna harcamama rağmen Ağa Kapısı’ndan çıkarken hala nasıl biriktiğini anlayamadığım cebimdeki dört buçuk lirayı Hisarüstü’ne taşımayıp buralarda bırakmanın yollarını arayarak Ahmet’ten elli kuruş alıp beş lira olarak limonatanın ücretini ödeme gibi planlar yaparken Şükrü’nün cömertlik edip hesabın tamamını ödemesi bizleri, en çok da beni, mahcup etti. Çıkışta geldiğimiz yoldan gelmekle aşağıya doğru yol bulunur diye inmek arasında tereddüt edip portakal tezgâhını eski bir binaya sokmaya çalışan bir adama yardım edip akabinde sorduk. Aşağıya doğru koyulduğumuz yolun çok çabuk Eminönü’ne çıktığını görünce Beyazıt’a tramvayla o kadar yol gittiğimiz ve tramvay durağından sonra epey yol yürüdüğümüz aklımıza geldi. Oyuncakçıların caddesinden sağa sapan merdivenli bir yoldan çok rahat gelebilirmiştik meğer.

Hisarüstü’ne gitmek için bineceğimiz 43R artık Eminönü’nden geçmediği için tramvay kullanmamız gerekti. Eminönü meydanına geldiğimiz zaman Galata Köprü’sünden yürüyerek geçip Karaköy’deki tramvay durağına gitmemin altgeçitten geçip Eminönü’ndeki tramvay durağına gitmekten daha yakın gibi geldiği bir esnada kendimizi köprünün üstünde bulduk. Sıra sıra dizilmiş balıkçıları izleyerek köprüyü geçerken birbirimize hikâyeler anlatıyorduk. Köprünün sonunda bir balıkçı martılara seslenip havaya kalem büyüklüğünde balık atıyor ve martıların onu havada yakalamasıyla seviniyordu. Balıkçılar pazarının üstünde de martılar dönüyor ve nasiplerini arıyordu.

Bu manzaraların seyrinden sonra tramvay durağına varıp tramvayı bekledik. Yorgun halde bindiğimiz tramvayda rahatlıkla oturacak bir yer bulabildik. Kabataş’a kadar fotoğrafımızı çektik. Son durakta inip hemen 43R'yi yakaladık. Bu otobüsü de beklememiş olmamız ve arkada dört kişilik yer bulabilmiş olmamız 43R’nin Eminönü’nde oyuncakçıların oradan geçtiğini yâd ettiğimiz günlerin hasretini giderdi. Galata Kulesi’nin yanındaki Beyoğlu Belediyesi’nin stantlarından aldığımız kitapçığı inceleyerek ve fotoğraf çekerek Beşiktaş bayırını nasıl çıktığımızı ve Etiler trafiğinden nasıl geçtiğimizi anlamadan Hisarüstü’ne vardık.

6 Haziran 2010 Pazar

Aleni Musiki

Finaller bitiyor, yeni bir yolculuk görünüyor. Benim için her yolculuk bir baş ağrısı. Dönem ortasında eve gitmiştim. Dönerken otobüste Kral TV'yi açmışlar müstehcen görüntü ve ses yayını yapıyorlar ve kimsenin sesi çıkmıyordu. Doğrudan fuhşu cici gösteren sözleri ihtiva eden şarkıları hiç utanmadan toplum huzurunda nasıl çalabildiklerine hayret ettim. Muavinden kibar bir şekilde televizyonu kapatmalarını rica ettim. Yolcuların istediğini söyledi. Ben de sormadan açtıklarını söyledim ve kaç kişinin istediğini sordum. Herkese tek tek soramayız dedi. Peki hiç isteyen oldu mu dedim. Evet dedi ve durakladı. Ben inanmadım. Herhalde kendini yolcu kabul ederek bunu söyleme garabetinde bulundu. Arka koltuklarda oturup önde ne olup bittiğini görebilmeme rağmen muavinin bir yolcunun herhangi bir talebini dinlediğini veya ikram isteyip istemediklerini sormaktan başka bir söz sarfettiğini görmedim.

Sonra otobüste uydu var, açmak icap ediyor, yolcular TV varken açılmasını istiyor diye şerh koydu. Bir kişi için kapatamayız, ancak kanal değiştirebiliriz dedi. Nasıl olurdu? Napayım ben, kulaklarımı mı tıkayayım. Dinlemek isteyen 3 liraya radyo alıp onu dinlesin. Çok meraklısı zaten MP3 çalarını yanından ayırmaz. Ancak bir kaç kişinin istemesiyle açamazsınız demeliydim. Adama kanal değiştir madem dedim. Çok sesi çıkmayan cızırdamayan kanal aç dedim. Bir süre başka kanal açık kaldı, birkaç sefer değiştirildi. Birkaç kişi daha şikayet etti. Okulumun olduğu şehre yaklaşırken dayanamadım ben de bir kez daha TVyi kapatmalarını istedim. Nihayet kapattılar. Geriye kötü ve gürültülü bir yolculuk kaldı. Alternatifim olsa aynı firmadan yolculuk yapmam.

Hayret ediyorum nasıl herkesin dinlediklerini dışarı verme ihtiyacı hissettiğine. Dükkanında kulaklık takamıyor, dükkanının içinde müziğini şarkısını çalıyor diyelim. Sokağa verme ihtiyacı nerden ortaya çıkıyor anlamıyorum. Ben elalemin gürültüsünü dinlemek zorunda mıyım? Bu ne çocuk gürültüsü ne inşaat. Tamamen keyfi bir uygulama ile çevresine rahatsızlık vermekten hiç çekinmiyorlar. Bazen ben tek miyim diye düşünüyorum insanların açıktan müzik dinlemesine karşı çıkan. Herkes müzik dinliyor, çoğu dinletmek ve sokakları inletmek, ortamın havasını bozmak istiyor. Bana Hitler'in konuşmalarının sokaklardaki hoparlörlerden sürekli yayınlanması suretiyle yapılan propagandayı hatırlatıyor. Dinlemek istemiyorum zihnimi bulandıracak, dimağıma kazınacak sapık düşünceler içeren şarkı sözlerini.

İşin ilginç yanı şu ki çoğu kişi müzikte sınır tanımıyor. İşitmekte de haram olduğunu çoğu kişi bilmiyor. Bazıları (müzik dinleyicisi eski ben gibi) sınırı vicdanını rahatsız etmeye başlama derecesi olarak görüyor. Hadislerden ibret alırlar diye düşündüğüm bazı müslümanlara müzik hakkında bir kaç hadis okuduğum zaman şehveti tahrik etmezse caiz olur diye cevap veriyorlar. Kim müzikten tahrik olduğunu kabul eder ki? Böyle cevap verenlere şunu demeliyim ki en azından caiz olmadığına inandıkları kısmına karşı çıksınlar:
O halde şehveti tahrik eden, tenden bedenden bahseden, evliliği hor görüp fahişeliği teşvik eden şarkılara nerede olursa olsun tam tepkinizi koyarsınız, biz de koymalıyız değil mi hocam. Hatta insanları da bu konularda bilinçlendirmeliyiz. Siz daha iyi biliyorsunuz, okumuşsunuz müzik hakkındaki fetvaları.
Müziği hoş göre göre düştüğümüz şu hale bakın. İslami kanalların da dansöz oynatmadığı kaldı. Bu gün bir kadın programında yarın iki.

Tasnif

Bu bloga yazmayalı epey zaman oldu. Biraz başka uğraşlardan biraz da tembellikten erteledim yazmayı. Az önce aklıma gelenleri hemen yazayım diye blgisayar başına oturdum. Bazı ortak noktaları ve benzerlikleri keşfedince insan yazmak istiyor. Bir yandan da insan benzerlikleri keşfetmek istiyor. Bu gün bir fizik kitabı buldum internette. Açıklaması şöyle:

The purpose of this book is to show that science – even in its broad conception – not only makes much use of symmetry, but is essentially and fundamentally based on symmetry. Indeed, science rests firmly on the triple foundation of reproducibility, predictability, and reduction, all of which are symmetries, with additional support from analogy and objectivity, which are symmetries too. So it is not much of an exaggeration to claim that science is symmetry. [devamı]
Özet olarak bilimde simetri ve analojilerin büyük yer tuttuğunu söylüyor. Şu an cebir dersi aldığım için cebirden de bir örnek vereyim:

Cebir dersi toplamanın ve toplamanın tanımlı olduğu kümenin özellikleriyle başladıMatematikte de "pattern"ler önemli bir yer tutuyor. . Sonra buna benzer özelliklerin başka işlemlerde ve kümelerde olabileceği fikri ve örnekleri verildi. Mesela kapalılık özelliği toplama işlemiinde olduğu gibi çarpma, fonksiyon bileşkesi matriks çarpımı gibi işlemlerde de olabilirdi. Böyle bir özelliğin bu kadar örneği varsa adı da olmalıydı ki biz buna kapalılık diyoruz. Bu kapalılık özelliğini ve bir kaç tane daha özelliği taşıyan yapılara grup adını verdik. Tamsayılarda toplama işlemi gibi matrikslerde çarpma bir şekilde birbirine benziyor. Bu ilginçliği farkedince buna benzer yapılara grup dedik.
Sadece bilim ve matematikte değil, bilgisayar dünyasında da ortak özellikleri keşfedip etiketleme çok popüler. Google bile sayfaları etiketliyor ve aramaları bu etiketlere göre yapıyor. İnternete yüklenen videolara, haberlere, blog yazılarına bile gönderen tarafından etiket yapıştırılıyor.

Hayatımızın bir çok safhasında etiketlemeler, bir kefeye koymalar, başlık altında toplamalar önemli bir yer tutuyor. Birilerinin "bunlar kimlerden" dediğini duyabilirsiniz. Bazen bu tür gruplandırmalar bizleri hataya da düşürüyor. Bir milleti toptan kötü olarak etiketleyebiliyoruz maalesef. Bir insanı bazı davranışlarına bakarak "o böyle bir insandır" diye zihnimizde yanlış bir imaj çizebiliyoruz.

Gruplandırma, etiketleme, başlık altında toplama, kategorilendirme de toptan iyidir veya kötüdür denemez. İnsanı bazen yanlış fikirlerden uzak tutar, bazen doğru fikirlerden. İnsan yaptığı sınıflandırmanın sıhhatine göre bazen doğru sonuca varır bazen yanlış. Etiketleme bazen fişleme olarak ortaya çıkar bazen CV. Sonuç olarak bilgi sınıflandırmayla birikiyor ve kullanılabilir hale geliyor. Bilgiyi doğru veya yanlış kullanmak, etiketlemeyi iyi veya kötü niyetle yapmak, sınıflandırmayı sıhhatli veya hatalı yapmak insanı doğruya veya yanlışa götürüyor. Her sahada sınıflandırma yapılabilir mi sorusunu da burada sorup bitiriyorum yazımı.